31 Ekim 2014 Cuma
29 Ekim 2014 Çarşamba
Why Do We Say" Trick or Treat"?
trick or treat
It’s one of a kid’s favorite parts of Halloween. There’s no feeling quite like waiting for a stranger to open his or her door so you can scream the words “Trick or treat!” But why do we say it? What does it actually mean? The practice of donning a costume and asking for treats from your neighbors dates back to the Middle Ages, but back then it wasn’t a game.
During the medieval practice of souling, poor people would make the rounds begging for food. In return, they offered prayers for the dead on All Souls Day. (What does the “een” in “Halloween” mean exactly? The answer lies here.)
Modern trick or treating is a custom borrowed from guising, which children still do in some parts of Scotland. Guising involves dressing in costume and singing a rhyme, doing a card trick, or telling a story in exchange for a sweet. The Scottish and Irish brought the custom to America in the 19th century.
Some have traced the earliest reference of the term trick or treat in print was in 1927, in Alberta, Canada. It appears as if the practice didn’t really take hold in the U.S. until the mid-1930s, where it was not always well received. The demanding of a treat angered or puzzled some adults. Supposedly, in a Halloween parade in 1948 in New York, the Madison Square Boys Club carried a banner sporting the message “American Boys Don’t Beg.” By 1952, the practice was widely accepted enough to be mentioned in the family television show Ozzie and Harriet.
(Finally, who is the “Jack” in “Jack O’ Lantern?” Be warned; this tale might give you the chills.)
Posted via Blogaway
28 Ekim 2014 Salı
27 Ekim 2014 Pazartesi
26 Ekim 2014 Pazar
25 Ekim 2014 Cumartesi
23 Ekim 2014 Perşembe
İngiliz Edebiyatı ?
Rönesans Dönemi İngiliz Edebiyatı
İngilizcenin yazı diline dönüşmesinde büyük katkıları olan ve Canterbury Hikâyeleri adlı eseri bulunan Chaucer (1340-1400) İngiliz edebiyatında Rönesansa zemin hazırlayan yazarlardan birisidir.
“Elizabeth Dönemi “adı verilen XVI. yüzyılda tiyatro ve şiir türlerinde önemli eserler ortaya konmuştur.
Rönesans dönemi İngiliz edebiyatının en önemli tiyatro yazarı Shakespeare (1564-1616)’dir.
Shakespeare dram ve komedya türlerinde hem nazım, hem düzyazı, hem de her ikisini birlikte kullanarak başarılı oyunlar yazmıştır. Oyunlarının tamamı beşer perdeden oluşur. Kin, aşk, dostluk, yükselme, öç alma gibi hemen hemen tüm insanî boyutları derinlemesine irdelemiştir. Başlıca dramları arasında Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth, Othello, Kral Lear; en önemli komedyaları arasında da Venedik Taciri, Yanlışlıklar Komedyası sayılabilir.
Marlowe (1564-1593) ve Ben Jonson (1573-1637) da dönemin önemli tiyatro yazarları arasında yer alırlar.
İlk büyük İngiliz şairi olan Edmund Spenser (1552-1599) ise pastoral türde yazdığı şiirlerini Çoban Takvimi, alegorik bir destanını da Peri Kraliçesi adlı eserlerinde topladı.
Tasvir ve ruh çözümlemelerinde başarılı olan ve üslûba önem veren dönemin son büyük şairi John Milton (1608-1674)’un en önemli eseri Kaybolmuş Cennet adlı konusunu Tevrat’tan aldığı dinî destanıdır.
Montaigne gibi deneme türünde başarılı ürünler veren Bacon (1561-1626)’un en önemli eseri ise Denemeler’dir.
Klâsik Dönem İngiliz
Edebiyatı
Klâsisizm akımı İngiltere’de çok kısa sürmüştür. Bu akımın İngiliz edebiyatında iki önemli temsilcisi vardır: Şiir ve oyunlarıyla Drydon (1631-1700) ve şiirleriyle Pope (1688-1744).
Romantik Dönem
İngiliz Edebiyatı
İngiltere’nin kuzeybatısında yer alan göller bölgesinde bir süre yaşamış olan ve bundan dolayı kendilerine “Gölcüler” denilen Wordsworth (1770-1850), Coleridge (1772-1834) gibi sanatçılar, ayrıca Lord Byron (1788-1824), Shelley (1792-1822) ve Keats (1795-1821) gibi şairler bu akımın başlıca temsilcileri arasında yer alırlar.
20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatı
20. yüzyılda İngiliz edebiyatı en çok roman türünde başarılı ürünler vermiştir.
J. Conrad (1857-1941) macera ve deniz romanları yazmıştır. İrlandalı romancı James Joyce (1882-1941) ise klâsik roman kurallarını bir tarafa bırakarak, modern roman tarzının örneklerini vermiştir. Kronolojik zaman akışını değil, insanın bilinçaltının belirlediği zaman sistemini esas almıştır. İnsanın iç dünyasını kendi mantıkî gerçekliği içinde olduğu gibi sunmaya çalışır. Bir olaydan başka bir olaya, bir zamandan başka bir zamana atlar, kalemini çağrışımların emrine verir, bazen dilin gramatikal sistemini bozar, başka dillerden alıntılar yapar, kahramanların iç konuşmalarına geniş yer verir. Onun romanları alışılmış klâsik roman kurgusuna uymaz.
Dublinler (1914) adlı eserinde on beş hikâye yer almaktadır. Üçü çocukluk, dördü genlik, dördü orta yaşlılık, dördü de sosyal hayatla ilgilidir. Kitap, bütün bir roman olarak da okunabilir. Diğer önemli eseri ise Ulysses (1922) adlı romanıdır. O bu romanında Dublin özelinde çağdaş dünyanın bir destanını verirken, asıl olarak modern bireyin zihinsel hayatını tüm yoğunluğu ve düşünce karmaşıklığı ile sunmaktadır. Eserleri genellikle Dublin kenti etrafında yoğunlaşır.
V. Woolf (1882-1941) önemli bir İngiliz kadın roman yazarıdır. O da James Joyce gibi bilinç akımı tekniğine baş vurmuştur. “Acı” ve “yalnızlık”, “kadın sorunları” temalarına ağırlık vermiştir. Romanlarında insan zihninin herhangi bir günde algıladığı şeyleri aktarmaya çalışır. Eserlerinin başlıcaları Jacob’ın Odası (1922), Perde Arkası (1941), Mrs. Dalloway, Orlando, Dalgalar, Yıllar’dır.
Edebiyat Nedir?
Edebiyatın da bir yöntemi olduğundan o da bir bilimdir.
Edebiyat bir bilimin yapması gereken:
-anlama, -yorumlama, -değerlendirme,
-benzerleriyle karşılaştırma, -yerleştirme basamaklarını yaptığı için bir bilimdir.
Edebiyat’ın amacı estetik ve güzelliktir.
Edebiyat’ı edebiyat yapan iki temel özellik vardır:
1) Dil-üslup
2) Estetik-güzellik. Bu özelliklerin ikisi de okuyucuya ve yazara göre değişkendir. Edebiyat duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakine anlatabilmek için bir araç niteliğindedir. Edebiyatta içerikten çok o içeriğin nasıl dile getirildiği önemlidir. Edebiyat sanatçıyı, bilimi ve eseri içinde yaşadığı dönemi ve türü içindeki yerini inceler.
Edebi eserin incelenmesi açısından, bir sosyal bilimdir. Diğer sosyal bilimleriyle sürekli iletişim ve etkileşim içindedir.
Edebiyatın diğer sosyal bilimlerden farkı: yaratıcı olması, öznel olması ve kurmaca olmasıdır. Edebiyat tarihinin oluşturulması açısından, edebiyat bilimi önemlidir.
Edebiyat’a teşkil eden olaylar:
1)Savaşlar: Toplumu derinden etkilediği gibi, bir toplum ürünü olan edebiyatı da etkilemiştir. Örnek: Kurtuluş Savaşı
2) Göçler ve tabii afetler: Bunlar bölgesel etkilerdir. Halkta derin izler bıraktığı için önemli derecede çok malzeme oluştururlar.
3) Kültürel değişim: Kültür, bir toplumun yaşayış biçimidir. Toplumun yaşam biçimi değişince buna bağlı olarak edebiyat da değişir. Toplumların yaşamlarına yeni şeyler girince kültürleri ve edebiyatı da değişir.
4) Aşk, sevgi: Bunlar bireysel etkilerdir.
5) Doğa: Bu unsur temel teşkil etmez, sadece farklı bakış açıları için ortam oluşturur.
Edebiyat ile diğer bilimler ilişkisi:
1) Sosyoloji: Sosyoloji toplum bilimidir. Toplumda meydana gelen olaylar edebi eserlere yansır. Sosyologlar da bu eserlerden yola çıkarak toplumsal olgulara ulaşabilirler. Tam tersi de olabilir.
2) Tarih: Tarihçiler edebi eserlere bakarak, eserin yazıldığı dönem hakkında bilgi edinebilirler. O dönemdeki yaşam koşullarını bulabilirler.
3) Psikoloji: Edebiyatçıların yazmış olduğu eserlerden psikologlar veya psikiyatrlar psikoanaliz yapabilirler.
4) Coğrafya: Özellikle, yazılan gezi yazılarından coğrafyacılar, o eserdeki yerin coğrafi özelliklerini bulabilirler.
1) Eserin alacağı yapı(nesir, nazım),
2) Dil kullanımı,
3) İfade biçimi,
4) Üslup,
5) Edebi sanatlar ve eserde uygulanış biçimi,
6) Eserin hacmi,
7) Konu seçimi,
8) Sanatçının bakış açısı
Edebi akım: Belli bir dönemde, belli bir sanatçı gurubunun ortak bir sanat, estetik veya edebiyat anlayışı çerçevesinde oluşturdukları edebi hareket veya bu ortamda meydana getirmiş oldukları edebi eserlerin bütünüdür.
Edebiyat, aşağıdaki şekillerde tanımlanmaktadır:
1. Estetik amaçlı oldukları kabul edilen yazılı yapıtlar bütünü.
2. Yazıldıkları ülke, çağ, ortam, bağlı oldukları tür açısından ele alınan bu yapıtlar.
3. Bu yapıtlara ilişkin bilgiler, incelemeler bütünü: Edebiyat dersleri.
4. Yapıtların üretilmesi, edebiyatçının, yazarın etkinliği, mesleği.
5. Yapay, yüzey sel. genellikle içtenlikten uzak, süslü yazı ya da söylem için kullanılır: Bütün bu sözler edebiyattan başka bir şey değil.
6. Edebiyat yapmak, bir konuda boş, gereksiz, süslü püslü sözler söylemek: Bırak edebiyat yapmayı da düşündüğünü açıkça söyle.
Edebiyatın ne olduğunu belirlemek için sayısız tanımlar ileri sürülmüştür ama, bunların tümü de, önünde sonunda geçişli-geçişsiz, dışa dönük-içe dönük karşıtlığına indirgenebilir. Kimilerine göre estetik yazının kendi dışında bir amacı yoktur, dolayısıyla da yönetim, politika, gazete vb dilinin, ya da günlük konuşmanın zorunlulukları dışında kalır ve bu özerkliğin sağladığı çok yönlülükle, bir metin olarak, özerk bir yapı olarak, kendi yasaları dışında hiçbir yasa tanımadan kendi kendini oluşturur. Burada hesaba katmak zorunda olduğumuz kavram, gerçekliğin denetimi dışında kalan şeylere yönelik düşsel kavramıdır; ama bu kavram, nesnelliği de beraberinde getirmez, yalnızca yapıtın kendi içindeki karşılıklı bağıntıların varlığını belirler. Ama, düşsel de, sistem de gerçekte ayırt edici özellikler sayılamaz. Örneğin gazetecilik de, politika da, hem düşsel hem sistemlidir. Geçişsizlik de bizi kesin bir yargıya götürmez: bir metin okunduğuna, okunacağına göre. ister istemez okur üstünde etkisi olacaktır, yani okumanın kendisi kendi başına bir etkidir Şunu da unutmayalım ki, bu çözümleme sorunları, çağımızın ortaya çıkardığı sorunlardır: bütün zorluk, toplumsal olarak kurumlaşmış çeşitli söylemleri, çeşitli dilleri değerlendirecek bir karşılaştırma sisteminin yokluğundan kaynaklanır. Aristoteles’in edebiyat kuramı, Platonun mimesis üzerindeki görüşleri, edebiyatın dışında kalan varlıkbilimsel statülerdir. Boleau’nun Art poetique’i yazınsal bir tiplemeden çok sosyal topoloji üzerinde yer alan sınırlı bir topolojidir. Bu bakımdan. Sartre soruna başka bir açıdan bakarak edebiyat nesnesinin konumunu belirlemekte ve üretici etkinliğin koşullarını incelemekte haklıdır.
Bu durumda, edebiyat nesnesini ayırt etme çabasının kendisi de anlamlıdır. Çağdaş eleştiri, edebi olan ile edebi olmayanı ayırt etmeye kalkışmayı boş bir çaba olarak görür. Edebi ile edebi olmayanın birbirleri dışında varlıkları yoktur. Sartre’ın sorgulaması, toplumsal yönü bir yana, batı uygarlığının ayırt edici özelliği olan anlaşılırlık saplantısının bir parçasıdır. Jakobson tarafından tanımlanan ve geçişsizliğin bütün çeşitlemelerini toparlayan şiirsel işlev kavramı, dille anlatım arasında ayrı bir edebiyat kuramını temellendirmek için şart olan bir sınır çizer.
Oysa, dilin genel kullanımında, bir yazı nesnesi, bir okuma nesnesi olan edebiyat azınlıkta kalır. Edebiyat, günlük dilin, uğradığı değişiklik edebiyatı da değişikliğe uğratan kullanım dilinin dışında değil, tam tersine, bu günlük dilin içinde, bu dile yönelik özel bir işlemdir. Y.Lotman bunu çok iyi vurguluyor: edebiyat her zaman ikincildir, işlevini de bu kaçınılmaz dana sonralıktan alır, günlük kullanım diline özerklik ve geçerlik kazandım, bu dili ayıklanması ve örgütlemesiyle onu doğrulamış olur. Burada karşımıza çıkan sorun, düşsellik sorunudur: düşsel’i, yaratılanı yalan, sahte sayamayız; bu, onu bilmemek, tanımamak olur Bir sözün, bir söylemin, düşsel bir yapıtta yer almakla dilsel yapısında bir değişikliğe uğraması, yeni bir sözdizimsel yapıya dönüşmesi zorunlu değildir; bütün değişiklik, bu söylemin yadsınamayacak bir statüye kavuşmasında, yadsınmaktan kurtulmasındadır.
Metnin, geçimsizlikten kaynaklanan çok değerliliği, burada gerçek işlevini bulur. Yadsınamayacak demek, aynı zamanda bozulamayacak, saptırılamayacak. yani kendisi üzerinde kendi dediğinden başka şey söylenemeyecek demektir Yapıtın bu özelliği çok değerli olmasından gelir. Çok değerlilik ya da çok yönlülük, salt bir göndergeyi, yapıt dışında yapıta kaynak ve dayanak olabilecek salt bir gerçekliği yadsır ve edebiyat yapıtının saltlığını temellendirir. Bu çok değerliliğin iki oluşum yolu vardır: eğretileme ve düz değişmece Eğretileme bütünleyici ve mitolojiye dönüştürücü bir işlemdir: çeşitli anlam düzeylerinin bir aşama düzenine göre üst üste sıralandığı anlamsal bir paradigma kurar; yapıtın oluşum sistemini birtakım kodlara bağlar ve çeşitli işaretlerle kültür çağrışımlarını bu kodlara göre birleştirir.
Boileau işte bu sistemin kuramını açıklamıştı. Bunun yanı sıra, eğretileme yoluyla, yapıtın tekilliğine karşıt bir genelde kod dışı bir paradigma da kurulabilir: buna örnek olarak romantizmi ve ikide bir halka, sanata vb. seslenişini gösterebiliriz. Eğretilemenin tersine, düz değişmece, her tekil öğeyi bir yeni düzenlemenin hareket noktası olarak ele alır ve o güne dek kültür ortamında birbirine bağlanmamış verileri yan yana getirerek yeni karma oluşumlar yaratır. Edebi yaratma ve buna bağlı olarak günlük dilin ve söylemin geçerli bir dile dönüşümü eğretileme ve düz değişmece sistemlerinin ardışık ve karma kullanımından kaynaklanır. Düz değişmece ile edebiyatın özerkliği davasında o güne kadar göz ardı edilen yeni veriler onaya çıkmıştır.
• Edebiyat tarihi: Yazarların önceki yapıtlara kendi getirdiklerini katmalarıyla yavaş yavaş gelişen trajediyi inceleyen Aristoteles, bu arada türlerin ve yapıtların tarihi olarak edebiyat tarihini de tanımlamıştır Birçok değişiklik geçirdikten sonra, trajedi artık değişmez olmuş, tam bir olgunluğa ulaşmıştı. Bu “tam olgunluk” sözü, XIX. yüzyılın sonuna dek süren edebiyat tarihi anlayışının temel kavramlarından biridir: zamanı evrim terimleriyle nitelemek, varılan aşamayı, bu evrimin, daha başlangıcında saptanmış en son ve en olgun noktası olarak görmek. Bu durumda, edebiyat tarihi, geçmişi canlandırmanın ve nedenselliği ortaya çıkarmanın güçlükleri yanında yapıtların sürekliliğini ve biçimsel, kurumsal ortaklıklarını da hesaba katmak zorundaydı. Nitekim. Ouintilianus, yazdığı roma belagati tarihini, bu tarihin son ve en yetkin aşaması saydığı Cicero ile noktalamıştı. Rönesans’ta. klasik ve yeni klasik dönemlerde hep bir türün ya da anlatım biçiminin kendi özüne bağlı gelişmesi ele alınmıştı Ancak bütünselleştirici bir tarih bilincinin uyanmasıyladır ki edebiyat tarihi de bütünleyici bir anlayışa varabildi. 1763′te John Brown, şiir tarihini evrimci bir şemaya göre inceledi: başlangıçta türkü, dans ve şiirin beraberliği, sonra ayrılma ve her sanatın kendi alanında uzmanlaşması, daha sonra da ilk ve saf estetik beraberlikten uzaklaşmanın ve balı olarak bozulma ve çöküş. XVIII. yy.’ın sonunda Herder ve Frıedrıch Schlegel edebiyat tarihinin sürekliliği ilkesini ortaya attılar doğada sıçrama yoktur.
Birincisi, ilk türkülerin görkeminden bu yana şiirin gerilediğine inanıyordu, ikincisi, bu sürgün ve çiçeklenme benzetmesini daha bir kesinlikle ıslıyor, takat bunu yalnız Yunan şiiri ve edebiyatı için geçerli sayarak, çağının şiirini gelişmesi tamamlanmamış bir aşama olarak görüyordu. Grimm kardeşler ise, benzer ilkelerden yola çıkarak, sözlüden yazılıya geçiş sorunu üstünde durdular ve bu geçişe bir düşüş, bir gerileme gözüyle baktılar. Hegel’in estetiği de bir simge sistemine dayanması ve sanatın son yetkinliğe ancak felsefede ulaşacağını ilen sürmesi bakımından türler tarihine doğrudan bağlanır. Spencer ve Darwinin edebiyat tarihine katkısı, yapıtların kalıcılığı ve geçiciliği sorununa açıklık getirilmesini sağladı. John Addıngton Symonds, Elizabeth dönemi drar’ incelediği araştırmasında, yazara yoklan varetme anlamında bir yaratıcılık tanımayarak, gelişmeyi, çekirdek halindeki öğelerin yavaş yavaş olgunlaşmasına bağlıyordu Taine’in özelliği dar bir gerekirciliği savunması, ama Hegel’in temel savlarıyla bağlantısını da kesmemesidir. Bunun içindir ki Spencer ve Comte’u açıkça eleştirmiş ve edebiyat tarihini, iç nedenlerin, kendiliğinden gelişmenin araştırılmasını gerektiren bir donemler dizisi ve bunların zamanda sıralanması olarak tanımlamıştır. Çünkü edebiyat, örgütlenmiş bir bütün olarak düşünülen büyük tarihin tur parçasıdır. Buradan da, çeşitli edebiyat kümelerini birbirinden ayırt etmeye yarayan dönem kavramına varırız: Tanzimat romanı, Cumhuriyet dönemi romanı.
Fransız edebiyat tarihçisi Brunetiere de edebiyat türlerini Darwin ve Spencer’in türleri gibi ele alır: Racine’in Phedre’ı Rönesans döneminde doğan ve Lemercier’ den sonra da bütün önemini yitiren fransız trajedisinin en yetkin örneği ve gerileme sürecinin başlangıcıdır. Bir edebiyat türünün sürekliliğini ya da geçiciliğini bir özete sığdırmak ve bu türle zooloji biçimlerinin evrimi arasında herhangi bir kesin bağlantı kurmak olanaksızdır. Ama yine de bu tarihçilerin yöntemlerinden alacağımız bir ders vardır: Edebiyat tarihi, eşzamanlı tarihsel verilerden, yapıtlar dizisi de biçimlerin evriminden ayrı düşünülemez ve edebiyat tarihçisine düşen, bütün yapıtları hesaba katmak ve bir dönem ya pıtları arasındaki aşama düzeninin bir tarihsel olgu ve tarihin belirleyici bir öğesi okluğunu unutmamaktır. L.Goldmann’m ilgi alanı ise bir dönemin ve bir sınıfın bi cimsel oluşumu ve imgeler sistemiydi. Prag okulu, tarihsel bir görüş açısından kaynaklanan değer ayırtımı dışında yapıtların eşzamanlı incelemesine olanak olmadığını ileri sürüyordu.
Edebiyat tarihinin hem tekili hem de geneli kapsayan bir bilim olabilmesi, ancak edebiyat sorununun yazar sorunuyla birlikte ele alınmasına bağlıdır. Bu da yazarın yaşamı ve yapıtıyla birlikte gerçek bir birey olarak görülmesini gerektirir Bu tekilliği tarihsel bir sistemlemenin boyutla rina yükseltmek Gustave Lanson’a düştü. Hareket noktası basit bir tıkırdı: edebiyat araştırmalarını ilerletmenin tek yolu onu, edebiyat “nesne “sine en yakın bilim dalına, yani tarihe bağlamaktı Tarih demek, olguların, metinlerin, olayların saptanma sı; bu olguların edebiyat alanına, içten (etkiler, kaynaklar, yazarlar arasındaki ilişkiler), dıştan (dönem, ulus) ve edebiyat sosyolojisi açısından (kurumlar, dağıtım, okuma) bağlanması demektir Ne var ki, bu edebiyat tarihi, hem tarih tarihçileri, hem de yazarlar taralından reddedilmiş, bizi gerçek bir kültür tarihine götüremediği ve estetik veriyi hiç hesaba katmadığı için suçlanmıştır. Onun bunun sözüyle hare ket eden. tanıkların dediklerine dayanan, edebiyatı dışından kavramaya kalkışan böyle bir edebiyat tarihi, fıkralara ve dedikodulara boğduğu sanat yapısının iç devinimini ve kendinden kaynaklanan gücünü göremez, görmek de istemez.
Edebiyat tarihinin karşılaştığı bu sorunlara, Bahtin’den Goldmann’a kadar dilbilimciler, biçimciler, psikanalizciler, toplumbilimciler, bunların yanı sıra freudculer mancalar, Frankfurt okulundan esinlenen birçok araştırmacı (özellikle de son louıı Lotman, Hans Robert Jauss ve Konstanz okulu) kendi açılarından çözüm getirmeye çalışmaktadırlar.
• Edebiyat sosyolojisi: Edebiyat sosyolojisi, sosyal, iktisadı, siyasal ve dinsel koşulların yapıtların içeriği, biçimi ve türü üzerinde ve bu üretimin sosyal ortam üzerindeki etkilerini inceler. Bununla birlikte, edebiyatın öteki sanat ürünlerinde görülmeyen bir ayrıcalığı vardır. Yazar, sosyal yabamın bağıntılarını ve mekanizmalarını, ayrıca da çeşitli insan tiplerinin düşünce ve davranışlarını günlük dile aktaran kimsedir. Dolayısıyla, edebiyat sosyolojisi, edebiyatın sosyal gerçekliği yansıttığı görüşündedir.
• Türk edebiyatında “edebiyat” terimi: Tanzimat’tan sonra kullanılmaya başlandı Daha önceleri bu anlamda, “şiir ve inşâ (nesir)” sözleri vardı Arapçada. “ilm ül-edeb” (edep bilimi) adı altında. Söz ve yazıda yanlış yapmamayı öğreten bilini” anlamında kullanılan “edeb”. Tanzimat döneminde, ilkin Şinasi’nin bir yazısında “lenn-i edeb” diye anılarak “iyi ahlak öğrettiği için edebî denildiği o yolda yazanlara da ‘edib’ adı verildiği” hatırlatıldı. Fakat, “edeb” kelimesinden türetilen “edebiyat” terimini en başta kimin kullandığını bilmiyoruz. En eski örnek, Namık Kemal’in. “Lisanı Osmani’nin edebiyatı hakkında bazı mülâhazatı şamildir” (Tasvır-ı efkâr, 1283/1866, sayı 416-417) başlıklı uzun makalesindedir Namık Kemal, daha sonra yayımladığı Bahar-ı danış önsözü (1873), Tahrıb-ı Hârâbat (1885) ve irfan Paşa’ya mektup’ ta (1887) ve “edebiyat” terimini kullanarak edebiyatın gerçeğe, akıl ve mantığa uygun olması, düşünceleri eğitmeye (terbiye-i efkâr) ve ahlakı düzeltmeye (tehzib-i ahlak) yönelik bulunması gerektiğini öne sürdü.
“Edebiyat” terimi, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Talim-i Edebiyat” adlı kitabından sonra iyice yaygınlaştı; makale ve kitap adlarında da kullanıldı. Şemsettin Sami, Lisan ve edebiyatımız; Ebülziya Tevfik, Nümune-i edebiyat-i osmaniye; Muallim Naci, İstılahat-ı Edebiyye vb.
Starbucks hikayesi…
NoName
22 Ekim 2014 Çarşamba
21 Ekim 2014 Salı
20 Ekim 2014 Pazartesi
November Rain
When I look into your eyes
I can see a love restrained
But darlin' when I hold you
Don't you know I feel the same
'Cause nothin' lasts forever
And we both know hearts can change
And it's hard to hold a candle
In the cold November rain
We've been through this such a long long time
Just tryin' to kill the pain
But lovers always come and lovers always go
An no one's really sure who's lettin' go today
Walking away
If we could take the time to lay it on the line
I could rest my head
Just knowin' that you were mine
All mine
So if you want to love me
then darlin' don't refrain
Or I'll just end up walkin'
In the cold November rain
Do you need some time...on your own
Do you need some time...all alone
Everybody needs some time...on their own
Don't you know you need some time...all alone
I know it's hard to keep an open heart
When even friends seem out to harm you
But if you could heal a broken heart
Wouldn't time be out to charm you
Sometimes I need some time...on my
own Sometimes I need some time...all alone
Everybody needs some time...on their own
Don't you know you need some time...all alone
And when your fears subside
And shadows still remain, ohhh yeahhh
I know that you can love me
When there's no one left to blame
So never mind the darkness
We still can find a way
'Cause nothin' lasts forever
Even cold November rain
Don't ya think that you need somebody
Don't ya think that you need someone
Everybody needs somebody
You're not the only one
You're not the only one
Posted via Blogaway
19 Ekim 2014 Pazar
18 Ekim 2014 Cumartesi
17 Ekim 2014 Cuma
Chef Meryl's Zeytinyağlı Biber Dolması Tarifi
Zeytinyağlı Biber Dolması Tarifi İçin Malzemeler
Yarım kg dolmalık biber
3 çay bardağı kırık pirinç
2 baş kuru soğan
3 çorba kaşığı zeytinyağı
1 silme tatlı kaşığı biber salçası
tuz, karabiber, nane
1 diş sarımsak
isteğe bağlı pişerken 1 çorba kaşığı limon suyu
biberlerin ağzına kapamak için domates
Zeytinyağlı Biber Dolması Nasıl Yapılır
- Dolmalık biberlerin içleri çıkartılır ve yıkanır süzülmeye bırakılır.
- Pirinç ayıklanır ve yıkanır. Kuru soğan ince doğranır zeytin yağında sotelenir ve pirinç de ilave edilerek kavrulur.
- Kavrulan pirinç ve soğana çok az su ilave edilir ve yarım tatlı kaşığı biber salçası ile birlik'de karıştırılarak kavrulur. Tuz , karabiber, nane atılır.
- 3 dk kadar kavrulduk'dan sonra altı kapatılıp Biberlerin içine doldurulur. Doldurma işlemi kesinlikle çok dolu dolu olmamalı . Biberin içinde pirinç kabarıp pişecek buda hesaba katılmalı.
- Doldurulan biberler pişirme tenceresine dik olarak konur ve ağızlarına domates dilimleri yerleştirilir. Yarım tatlı kaşığı biber salçası ılık suda eritilir ve 3 çay bardağı pirinç için 2 çay bardağı su ilave edilerek pişirilir.
- Dolma pişerken üzerine bir yemek tabağını ters kapatıyorum. Yine pişirmeye başlamadan dolmaların üzerine hafif tuz sepeliyorum.
Afiyetler Olsun.
Özellikle mutfağa yeni alışanlar için ayrıntılı yazmaya çalıştım. Umarım dener ve beğenirsiniz.
16 Ekim 2014 Perşembe
15 Ekim 2014 Çarşamba
14 Ekim 2014 Salı
Sabah sabah esen seher yelleri
Sabah sabah esen seher yelleri
Benim sevdiğime benden aşk eyle
Irmak olup akar çeşmim selleri
Benim sevdiğime benden aşk eyle
Hayalleri gözlerimden ayrılmaz
Akar bu çeşmimin yaşı durulmaz
Bir derde uğradım derman bulunmaz
Benim sevdiğime benden aşk eyle
Yavru şahan idim uçtum yuvadan
Ahım inmez oldu daim havadan
Unutmasın beni dahi duadan
Benim sevdiğime benden aşk eyle
Aşık eder dünya gelmez aynıma
Abdal olup post çekeyim eğnime
Tanrı emaneti olsun boynuma
Benim sevdiğime benden aşk eyle
Posted via Blogaway
12 Ekim 2014 Pazar
Sevdaya Dahil
En görkemli saatinde yıldız alacasının
Gizli bir yılan gibi yuvarlanmış içimde kader
Uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın
Rüzğar uzak karanlıklara surmuş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum onu çok arıyorum
Heryerimde vücudumun ağır yanık sızıları
Bir yerlere yıldırım düşüyorum
Ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan
Ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu
Gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş
Tedirgin gülümser
Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili
Hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
Her an ötekisiyle birlikte herşey onunla ilgili
Telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
Gittikçe genişliyen yakılmış ot kokusu
Yıldızlar inanılmıyacak bir irilikte
Yansımalar tutmuş bütün sahili
Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
Öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
Çünkü ayrılıklar da sevdaya dahil
Çünkü ayrılanlar hala sevgili
Yalnızlık hızla alçalan bulutlar karanlık bir ağırlık
Hava ağır toprak ağır yaprak ağır
Su tozları yağıyor üstümüze
Özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
Eflatuna çalar puslu lacivert bir sis kuşattı ormanı
Karanlık çöktü denize
Yalnızlık çakmak taşı gibi sert elmas gibi keskin
Ne yanına dönsen bir yerin kesilir fena kan kaybedersin
Kapını bir çalan olmadı mı hele elini bir tutan
Bilekleri bembeyaz kuğu boynu parmakları uzun ve ince
Sımsıcak bakışları suç ortağı kaçamak gülüşleri gizlice
Yalnızların en büyük sorunu tek başına özgürlük ne işe yarayacak
Bir türlü çözemedikleri bu ölü bir gezegenin soğuk tenhalığına
Benzemesin diye özgürlük mutlaka paylaşılacak suç ortağı bir sevgiliyle
Sanmıştık ki ikimiz yeryüzünde ancak birbirimiz için varız
İkimiz sanmıştık ki tek kişilik bir yalnızlığa bile rahatça sığarız
Hiç yanılmamışız her an düşüp düşüp kristal bir bardak gibi
Tuz parça kırılsak da hala içimizde o yanardağ ağzı
Hala kıpkızıl gülümseyen sanki ateşten bir tebessüm zehir zemberek
11 Ekim 2014 Cumartesi
ÖZLEDİM SENİ..
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her isi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
'git artık' demek
'beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa'
demek sana nede zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karsılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek....