9 Nisan 2015 Perşembe

Mutsuzluk zamanlarında mutluluk


MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK

Ama yalnız değilsiniz, Alman yazar Wilhelm Genazino’nun yarattığı, yorgun, bezgin, umutsuz, çekingen, melankolik ve kendi işini yapamayan kahramanı gibisiniz. Kendine bu sistemin içinde yer edinmeye çalışan, bunu yaparken de giderek mutsuzlaşan, solan bir çiçeksiniz.   

Güzel okullarda okudunuz. Güzel hayaller kurdunuz. Kiminiz filozof, kiminiz kimyager, kiminiz de yazar olacaktı. Yönetmen, gazeteci, fotoğraf sanatçısı, öğretmen, müdür, iyi bir işletmeci. Gençtiniz, hayal kurmakla onu başarmak arasındaki zorlukların bir kısmını henüz görememiştiniz. Mezun olup para kazanmak zorunluluğu gibi bir gerçeği kabul etmek düştü payınıza. İdealisttiniz. Önce yüksekten atılan iş görüşmeleri yaptınız. Burnunuz büyüktü. Zaman geçtikçe ve işlerin sizin peşinize düşmediğini anladıkça, hedeflerinizi küçülttünüz. Mesela öğretmen olarak mezun oldunuz ama atanamadınız. Çalışmak mecburi, eve ekmek götürmek de… O zaman başka işler kovalamaya başladınız; herhangi bir şirkette her hangi bir iş. Belki taksicilik, belki halkla ilişkiler, belki satış pazarlama, belki tezgâhtarlık. Kiminiz de iş bulamadı, yıllarca… Tıpkı atanamayan 350 bin öğretmenden biri Ömer Türkmen gibi.
Ama yalnız değilsiniz, Alman yazar Wilhelm Genazino’nun yarattığı, yorgun, bezgin, umutsuz, çekingen, melankolik ve kendi işini yapamayan kahramanı gibisiniz. Kendine bu sistemin içinde yer edinmeye çalışan, bunu yaparken de giderek mutsuzlaşan, solan bir çiçeksiniz. “Akvaryumda unutulmuş bir balık gibi, sessiz, sabırlı ve ürkeksiniz.” Kitap boyunca kahraman adını bir kez söylüyor, onda da gerçek adını mı yoksa uydurduğu bir ismimi emin olamadım, bence uydurmuştu ama biz ona yine de Gerhard diyelim. İsminin bir önemi yok aslında. Pek çok insandan farklı bir hayat yaşamıyor çünkü. Wilhelm Genazino’nun yarattığı dünyanın başkişisi, “Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk” kitabının neredeyse tek tiplemesi. Pek çok karakter onun dünyasında yankı buluyor ama tamamen Gerhard’ın içsesini duyduğumuz için onlarla ilgili yüzeysel bilgiler ediniyoruz. Kahramanımız son derece iyi bir entelektüel birikime sahip, felsefe mezunu, doktorasını Heidegger üzerine yapmış. Gelin görün ki hayatla mücadelesi okulunu bitirir bitirmez başlamış. Çünkü daha yolun başında devlete borçlanmış. Neden mi? Tabi ki öğrenim kredisi yüzünden. Tanıdık geliyor mu size? İlk işinizi neden alakasız bir meslekten edindiğinizi hatırladınız mı şimdi? Geçinmek, kendi kendine yetmek yani para kazanma zorunluluğu. Çok tanıdık. Genazino’nun kahramanı bize yabancı değil anlayacağınız. Almanya’da gencecik bir delikanlı olduğu zamanlar için şöyle diyor: “27 yaşındayken, dağıtım şoförü olarak işe başladım. Felsefe öğrenimimi yeni tamamlamıştım ve eğitim düzeyime uygun bir işi ne üniversitede ne de üniversite dışında bulabilmiştim; ama para kazanmam gerekiyordu, hem de bir an önce; çünkü sekiz yıl boyunca aldığım öğrenim kredisini eğitimimi tamamlar tamamlamaz geri ödemeye mecburdum.”
Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra büyük bir çamaşırhanenin müdürü olur Gerhard. Biz onu kendine yabancılaşmanın ve dışlanma duygusunun en derin olduğu günlerinde tanırız. O nedenle içsesi tetiktedir. Endişeli hali, eleştirel gözün verdiği tatminsizliği doruk noktadadır. Marketlerin plastik poşetlerindeki tüketim sloganlarından bile utanç duyan bir adamdır o. Yorgunluğu aşırı duyarlılığından kaynaklanır. Bir çamaşırhanenin müdürü olarak yaşayamayacağının o da farkındadır ama sıkışmışlık duygusu ve o zamana değin kazandığını düşündüğü şeyler de az değildir.
Kimin hayatını yaşıyoruz?

41 yaşlarını süren Gerhard’ın Traudel adlı bir sevgilisi vardır, bakıldığında gayet mutlu bir çift, gelirleri iyi, ortak hareket edebilen rutin bir ilişki gibi durur onlarınki. Birbirlerini seven çiftler ne yapıyorsa onu yaparlar; akşam birlikte yemek yemeler, televizyon izlemeler, tiyatroya gitmeler, sevişmeler… Oysa derinlerde olağanüstü farklı iki kişinin portresini çizer bize Wilhelm Genazino. Traudel bulunduğu hayata uyum sağlamış, çocuk ve evlilik isteyen, mutsuzsa da o mutsuzluğu kabullenmiş bir bireydir. Sevgilisi ise onun tam tersi hislerle çevrilidir. Kitap boyunca karşımıza çıkan sembolik durumlar, adamımızın mutsuzluğunun ne kadar derin olduğunu bize gösterir. Sürekli eski püskü kıyafetlerini giyen Gerhard, bunu daha da ileri taşır ve en eski pantolonunu bir daha almamak üzere balkona asar.“Benim yerime pantolonum aşınıyor ve bu sayede acılardan güzelce arınmış bir yazgı umursamazlığına itiyor beni.” Gerhard, ne Traudel’i, ne de işini kaybetmek istemez ama mutsuzluğu ne olacak?
Giderek melankolikleşen, olur olmaz yerlerde ağlamaya başlayan, kimi zaman tamamen içine kapanan ve sürekli kendine üzülen bir adamdır o. Severek okuduğu bir okuldan mezun olmuş ama asla mesleğini yapamamış, işsiz kalacağına başka bir iş kolunda, sevmediği, yabancılaştığı ve kendini giderek öldürdüğü bir meslekte hayatını sürdüren bir adam. Bu topraklara hiç yabancı değil öyle değil mi? Oysa yaşananlar global dünyanın hemen herkese dayattığı bir mutsuzluk tablosu. Türkiye’de 350 bin atanamayan öğretmen var. Genç nüfusun ise işsizlik oranı % 19. Yalnızca Türkiye’de değil Avrupa’nın pek çok ülkesinde de genç nüfusun işsizlik oranları her geçen gün artış gösteriyor. Örneklerini çokça gördüğünüz gibi kimileri ise kendi branşlarının dışında dâhil olmak istemedikleri bir iş yaşamının kendine yabancılaşmış personelleri olarak hayatlarını sürdürüyor.


Zenginlik bizi öldürüyor

Başarı ve rekabete dayalı bir toplumda bundan fazlası da beklenemezdi aslında. Madalyonu başka bir açıdan tekrar inceleyelim. Bu kez Zygmunt Bauman’ın çok anlaşılır bir üslupla ele aldığı kitabının sayfalarında dolanacağız; “Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?” Bauman bir aydınlanma hapı niteliğindeki eserinde çok çarpıcı istatistiksel bilgiler veriyor. Kimileriniz bunları biliyorsunuz ama tekrar etmekte fayda var. “2000 yılında yetişkin nüfusun en zengin yüzde 1’lik bölümü dünyadaki zenginliklerin yüzde 40’ına sahipken, en zengin yüzde 10’luk kısım dünyadaki toplam malvarlığının yüzde 85’ini elinde bulunduruyordu. Söz konusu nüfusun daha fakir olan yarısı küresel varlıkların sadece yüzde 1’ine sahipti.”  Devam edelim Bauman şöyle diyor: “Günümüzde en zengin ülke olan Katar’da kişi başına düşen gelir en fakir ülke olan Zimbabve’dekinin 428 katıdır.”
Bu işte bir yanlışlık yok mu? Yalnızca yukarıdaki şu iki örnekten de anlaşılacağı üzere bu işte bir terslik yok mu? Artan gelir eşitsizliği, eşitsizlik uçurumunun derinleşmesi bizi ne hale getirmiş görebiliyor musunuz? O halde atanamayan öğretmenlerden tutun, iş bulamayan insanlara, sokakta yaşayanlara, evsizlere, bir dilim ekmeğe muhtaçlara, açlıktan ölen nice çocuğa, dünyada her gece aç yatan 1 milyar insana birilerinin söyleyecek sözü olmalı. Birilerinin bu adaletsiz gelir dağılımına söyleyecek iki çift lafı da… Dünya Gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsü’ne göre şu anda dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi daha fakir olan yüzde 50’nin neredeyse 2.000 katı kadar zengin. Bu nasıl bir aç gözlülük, bu nasıl bir bencillik, bu nasıl bir düzen? Dünyada 3 milyar insan günlük 2 ABD doları olarak belirlenen yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu nasıl bir sistem?
Zenginin utanması yok 

Zenginin utanması yok. Yoksulun sırtından kazanarak elde ettiklerini dağıtamayacak, yeni iş alanları yaratamayacak ve utanmadan küçülmeye giderek, işten çıkarmaya cüret edebilecek kadar benciller. Dünya nüfusunun yüzde 20’si dünya çağında üretilen tüm mal ve hizmetlerin yüzde 86’sını tüketirken, en yoksul yüzde 20’nin ise sadece yüzde 1,3’ünü tükettiğini biliyor musunuz? Bauman’ın verdiği çarpıcı bilgiler insanın kanını donduracak nitelikte. Hiç durmadan üreten, ucuza, yaşam kalitesinin en düşük şartlarında emekçileri çalıştıran, yıllık bir, bilemediniz iki hafta verdiği izinlerle, işçinin ağzına bal çalan o patronların hepsi bencilin de ötesinde kötüler. Öyle kötüler ki, işçi hakları, grev, boykot sözcüklerini duydukları anda Hükümeti de arkalarına alarak biraz daha işçiyi sömürmeyi, sendikalaşanı kovmayı, iş kazalarında sakatlananın kısa yoldan ağzını kapatmayı iyi biliyorlar. Hadsiz ve arsızlar.
Zengin fakir uçurumu 

Gelir seviyesindeki adaletsizlik öyle aşılmaz bir uçuruma dönüştü ki zengin giderek zenginleşirken, fakir daha da fakirleşiyor. Orta sınıf “korunmasız çalışanlar sınıfına” dönüştü diyor Bauman. Amerikan Gelişim Merkezi’ne göre, bu otuz yılda Amerikalıların fakir olan yüzde 50’sinin geliri yüzde 6 oranında artarken, en zengin yüzde 1 için bu oran yüzde 229 olmuş. ABD’deki 2007 kredi çöküşünü hatırlıyorsunuz öyle değil mi? ABD krizine yol açanlar da, bu işten karlı çıkanlar da aynı insanlar oldu. Joseph Stiglitz onlar için şöyle diyor: “2008 ve 2009’a gelindiğinde görüldü ki bu adamlar ekonomiyi iflasın eşiğine getirip yüz milyonlarca dolarla sıvıştılar.” Oysa aynı adamlar eşitsiz gelir dağılımını her daim haklı göstermişlerdi. Daha fazla kutuplaşmış, krizlere daha fazla gebe ekonomilerin üzerinde yürüyoruz. Hükümetler gelip geçiyor ama artan gelir seviyesindeki artış değil, işsizlik ve yoksulluk oluyor. Girişimcilik arttı, ekonomi pastası büyüdü ama kimin için? Toplumların en zengin üyelerinin pastadan gittikçe daha büyük paylar aldığı bir ekonomik model kaç sene daha kendisini var edebilir? Bir avuç zengini daha da fazla zengin etmek için gösterilen bu gayret neden peki? Doğuştan gelen eşitsizliğimizi, dışlanmışlığımızı, işsizliğimizi ve borçlarımızı ne kadar süre daha taşıyabiliriz omuzlarımızda? Peki, bu eşitsizliklere neden katlanıyoruz hala?
9 Eylül 2009’da 7 kadın işçi Halkalı’da minibüsün içinde boğularak can verdi. 12 Mart 2012’de bir alışveriş merkezi inşaatında çalışan 11 işçi çadırlarında yanarak can verdi.  2013 yılında iş kazaları nedeniyle 95 maden işçisi yaşamını yitirdi. Aynı yıl toplamda 1235 işçi iş kazaları nedeniyle bu dünyaya veda etti. Dünyada da durum vahim. Her gün yaklaşık 6 bin 300 kişi iş kazası veya meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor. Her yıl asbest yüzünden 100 bin kişi, silis tozu nedeniyle binlerce insan bu dünyadan göçüyor. 13 Mayıs 2014’te Manisa Soma’da resmi kayıtlara göre 301 maden işçisi, patronların aç gözlülüğü, sendikaların basiretsiz tutumları, ihmaller zinciri, saçma sapan tasarruflar, birbirinden hatalı çalışma koşulları ve doymak bilmez kar hırsı nedeniyle cinayete kurban gitti. Üzerinden bir ay bile geçmeden benzer bir acı haber bu kez Şırnak’tan geldi. 3 Haziran günü Cudi dağı eteklerindeki Toptepe köyünde 1 nolu kömür ocağında göçük meydana geldi ve 30 yaşındaki maden işçisi İbrahim Sağnak yaşamını yitirdi. Türkiye’de trajedilerin ve iş cinayetlerinin ardı arkasının kesilmeyeceğinin habercisi ise 11 Haziran’da yine aynı bölgede meydana gelen ikisi kardeş üç işçinin hayatına mal olan göçük kazası/cinayetiydi.
Daha ne kadar? 

Bu dünyanın içine doğduk biz. Kendi seçimlerimizin ürünü olmayan yaşamları ve bu sistemi kabul etmek zorunda değiliz. Kayıtsızca itaat ettiğimiz sürece topluca sefaleti yaşamaya devam edeceğiz. Ama gün gelecek elimizdeki alışveriş poşetleri, severek aldığımız mobilyalar ve bizi baştan çıkaran diziler de yetmeyecek. On beş yılın sonunda sizin olan o ev gözünüze hiç de güzel görünmeyecek. Topluca sefaletten bir gün hepimize gına gelecek. Ve o gün Keynes’e bir kez daha kulak vereceğiz: “Para hırsı ahlaksızlıktır, tefecilik suçtur ve para sevgisi tiksindiricidir.”
Tekrar Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk arayan kahramanımız Gerhard’a dönelim. Gerhard’ı patronu işten çıkardı. Hayatının merkezinde yer alan istikrarsızlık, akut ruhsal rahatsızlıklar, sürekli endişe ve kronik mutsuzluk her fakir insanın yakasına yapıştığı gibi onu da esir aldı. Ama sonra neler olduğunu bu eşsiz yapıtı okuyarak öğreneceksiniz. Wilhelm Genazino’nun ilk kez dilimize kazandırılan eseri Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Sistem eleştirisi sunan bu yapıtı en kısa zamanda okumanız dileğiyle. Bu arada peşi sıra Zygmunt Bauman’ın “Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?” adlı verimini de okusanız ne güzel olur…



Posted via Blogaway


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder