Yine yeni bir yıl var kapımızda. 2015 yılına gireceğimiz şu günlerde istediğiniz her şeyin gerçekleşmesi dileğiyle, iyi seneler!
31 Aralık 2014 Çarşamba
2015💕🎉🎄🎈⛄🎊
29 Aralık 2014 Pazartesi
Sen söyle
Saat gece yarısını vurdu
Gecenin kalbi durdu
Bu kadar sessizliğe dayanılmaz
Bu kalp bir türlü adam olmaz
Yine sarhoş
Yine saçma sapan
Türküler peşinde perişan.
Ne olacak şimdi
Mini etekli yarim
Sen söyle.
Posted via Blogaway
Gece 🌑
Sen gidiyorsun
Kapını çalsam
Duymuyorsun
Oysa dışarıda
Yağmur yağıyor
Zambak kokusu
Doluyor odana
Duyuyor musun?
Posted via Blogaway
28 Aralık 2014 Pazar
Tanrılar Okulu
Bir girişim, ancak kurucusunun fikirleri ve ilkeleri kadar canlı, zengin ve uzun ömürlü olabilir.
Hep aynı olaylarla karşılaşıyorsun, çünkü sende hiçbir şey değişmiyor. Her şey benzerini kendine çeker. Cennet parçacığı cennete doğru, cehennem parçacığı cehenneme doğru yol alır.
Benlik durumlarımız uygun olayları çeker ve bu olaylar, yeniden aynı durumlara düşmemize neden olur. Sadece irade gücü bu sonsuz döngüyü, hiç sonu gelmeden kendi kendine oynanan bu oyunu durdurabilir ve kişinin varoluşunun içine düştüğü ipnotik çemberi kırabilir.
İster olumlu, ister olumsuz olsun insanın düşünceleri daima yaratıcıdır ve ortaya çıkacak bir zamanı hep bulur.
Düşüncelerimiz, yollanıp unuttuğumuz, elimizle yazılmış davetiyeler gibi onlara karşılık gelen olayları kendine çeker. Koşullar, buluşmalar, olaylar, sorunlar ve aksilikler, sürçmeler ve başarısızlıklar, yani üstü örtülü bir bizimde kendilerine yakardığımız istenmeyen konuklarımız, artık onları aklımıza bile getirmediğimiz uygun bir zamanda kapımızı çalarlar. Onların beklenilmeden ve birdenbire olduğunu sanmamızın asıl nedeni, bizim kendi durumlarımıza dikkat etmememizdir.
Beklenilmeyen, hep uzun bir hazırlık dönemi gereksinir.
İster bilinçli, ister bilinçsiz verilmiş olsun, kişinin başına kendi rızası olmadan hiçbir dış olay gelemez. Öncelikle psikolojisinden geçmeden, hiçbir şeyle karşılaşamaz. Düşünce bu yüzden çok güçlüdür. Durumlar gerçekleşmek için doğru zamanın gelmesini bekleyen olaylardır.
Karışıklık, şüphe, kargaşa, kriz, kızgınlık, umutsuzluk ve acı, hepsi büyüme sağlayabilecek mükemmel durumlardır.
Düşünceler, duygular, heyecanlar ve bütün durumlarımız, her an yolladığımız davetiyelerdir ve biz unutsak bile onlar asla karşılık gelen olayları üstümüze çekmekten geri durmazlar. Daha açık bir ifadeyle, onlar zaten olaylardır. Başa gelmeleri artık yalnızca bir zaman meselesidir. Az veya çok zaman alabilir, orada veya burada olabilir, ama kesinlikle bizi bulacaklardır.
Duygularımızla düşüncelerimizi, ayrıca belirli bir anda hissettiklerimizle yaşadıklarımızı denetleyebilirsek, yani durumlarımıza egemen olursak, varoluşumuzun dümenine geçebilir ve yazgımıza yön verebiliriz.
Evren olduğu haliyle mükemmeldir. Değişmesi gereken yalnız sensin.
Yapmamız gereken ilk görevimiz öz gözlemlemedir, düşüncelerimizle benlik durumlarımızın gözlenmesi. Tüm düşüncelerimizi, duygularımızı, tutumlarımızı, tepkilerimizi ve olayları nasıl karşıladığımızı kapsayacak bir çalışmayla kendimizi dikkatle irdelememiz, genelde insanın düşündüğü ve hissettiği olumsuzlukları ortaya çıkarmamıza olanak verecektir.
İnsanın dışarıdan alması gereken hiçbir şey yoktur, ne yiyecek, ne bilgi, ne de mutluluk. Kendisi dışında herhangi bir şeye bağımlı olmamak, onun doğuştan gelen hakkıdır. İnsan, zekası, iradesi ve aydınlığıyla kendi içinden beslenebilir.
Kişinin geçmişi, günü ve geleceği, kendi yolunda yürürken başından geçen olaylar, koşullar ve deneyimler, kendi inançlarının yansıttığı gölgelerdir. Onun varoluşu ve yazgısı, kendi yargılarıyla düşkünlüklerinin elle tutulur gözle görünür hale geçmesidir. Algıladığın, gördüğün ve dokunduğun her şey bir görünmezlikten kaynaklanır. Bir insanın yaşantısı, düşlediklerinin bir gölgesi, ilkelerinin gözler önüne serilmesi ve görünür dünyada inandığı her şeydir. Herkes, kuvvetle inandığı bir şeyin hep gerçekleştiğini görür. Kişi daima yaratır. Karşısına çıkan engeller, maddeleşen kendi sınırları, çekişmeci fikirleri ve zayıflığıdır.
Yoksulluğa inanan biri var, hastalığa tapan biri, sürekli olarak kıtlığa ve kısıtlamaya inanan ve her şeyini suçluluk üstüne yatıran biri. İnsanların arasındaki farkı ortaya çıkartan şey, bilinçsizce bile olsa, vurmaya niyetlendiği hedefin farklı niteliğidir.
Düş var olan en gerçek şeydir.
Yüreğinde taşıdığı kızgınlık, başına gelen tüm mutsuzlukların ve felaketlerin sebebidir.
İnsanın en kötü hastalığı bağımlı olmaktır.
Dünyanın kendi yansıman olduğunun farkına vardığında, ondan özgür olursun.
Her olanın ardındaki gerçek nedenle ilgilen. Düşlenenle değil, yüreğindeki düşleyenle ilgilen. En büyük devrim, tüm girişimlerin en büyüğü, ama tek anlamlı olan, kendini değiştirmektir.
Senin dünya dediğin yalnızca bir sonuç. Gerçeklik olarak nitelediğin, düşlerinin veya kabuslarının aynadaki görüntüsü, elle tutulur gözle görünür halidir.
Dünya, senin benlik durumlarının mükemmel göstergesidir. Dünya, sen böyle olduğundan bu haldedir, yoksa sen dünya öyle olduğundan böyle değilsin.
Kendinize bir bakın! Kendinizi titizlikle irdeleyin! Her türlü şüphe ve korkunuza, daha yüreğinizde doğar doğmaz, el koyup etraflarını çevirin. Kendinize karşı zor kullanın. Kendinize mutluluk, neşe, esenlik ve zenginlik yükleyin. Dünyanın koşulları sizi mutsuz kılamaz, ama sizin mutsuzluğunuz dünyadaki tüm sefaleti yaratmaktadır. Yoksulluk aklın bir hastalığıdır.
İnsanın organları, tümü, sadece düşlemek üzere yapıldı. Bu onların doğal işlevidir. Beden besinlerden arındığında, yüz daha zarifleşir, zihin açık, hazır ve çabuktur, hücreler bile minnettar kalıp kendilerini yenilerler. Bir iyileşme süreci, bir yeniden doğuş, yani öncelikle bedende sonra olaylar dünyasında kendini gösteren oluştaki bir yenilenme işte böyle başlar.
· Bunun sırrı şu, organlar yiyecekten arındığında, kendi gerçek ve doğal işlevlerine yeniden başlarlar, düş’lerler. Düş’lemenin gücüyle, bir insan o gün neyi isterse onu üretirler.
· Düş ve gerçeklik arasında ne bir mesafe, ne de bölünme vardır. Aynı şekilde, var olmak ve sahip olmak, veya inanmak ve görmek arasında da hiç mesafe yoktur. Bir kişi her ne düşlerse, artık o gerçek olmuştur. Sadece, görünür hale gelmesi biraz zaman alır. Düş + Zaman=Gerçeklik
Düş, zaman içinde kendini belli eder, çünkü sınırlı anlama yetimiz nedeniyle onu görebilmek için zamana ihtiyaç duyarız. Zaman, insan için sihirli bir boya gibidir, aksi halde gözle görülmez kalacak şeyleri ortaya koyar.
Düş, var olan en gerçek şeydir. Her gerçekliğin ardında, onsuz var olamayacağı bir düş ve her düşün ardında da beden vardır. Hücrelerimiz, organlarımız düşlerler!!!
Ters giden şeylerin değişmesi: Kendine daha açık yüreklilikle baksan, bir safsata olan dünyayı değiştirme isteğinin arkasında, aslında dünyanın zaten nasıl planlandıysan öyle olduğunu anlayacaksın, tam olduğu gibi….
Dünya düşün elle tutulur gözle görünür halidir. Düşüncelerin, kendi kişisel gerçekliğini yaratır.
Herkes kendi dünyasının kaşifi ve yaşantısında başına gelen her olayın mutlak yaratıcısıdır.
Istırap, yoksulluk ve tüm felaketler hep düşlendi, kara kara düşlendi ve bilinçsizce yansıtıldı. Bunlar oluşun karanlıklarında yuvalanan, bir pantografla büyütülerek elle tutulur gözle görünür hale gelen gölgeler ve canavarlardır. Bugün insanlar bu dersi anlasalar, elbette daha samimi ve özgür olacaklar. Zamanla yalanlarının farkına varacaklar ve bir gün onu iyileştirecekler.
Bir kişi hangi yolculuğu benimserse benimsesin, ister efsanelerce olsun, ister metafiziksel, hangi kurtuluş mücadelesine girerse girsin, ister gerçek olsun, ister simgesel, hepsi bir tek hedefe yönelir, kendini bilmek! Kendini bilmek, senin hem kendinin, hem de dünyanın efendisi yapacaktır.
Herkesin görevi düşe saygı göstermek ve hiç ödün vermeden onu gerçekleştirmektir.
Bir insanın yazgısının ve bütün sahip olduklarının, bedeninin sağlığıyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu öğretti. İleride bir gün bu açıklamaların ışığı altında, ekonomi ve iş idaresi alanlarında yapacağım bir araştırmanın sonucunda, bir kişinin finansal yazgısının bile kendi fiziksel mükemmelliğine, bedeninin sağlığına bağlı olduğunu ortaya çıkaracaktım.
Gözünü yükseklere diken ve o yoldaki ilerleyişe kendisini kusursuzca adayan bir insan, dağları yerinden oynatabilir, görünüşte içinden çıkılmaz durumlara çözüm bulabilir ve kötü olayları kendi lehine döndürebilir.
Senin dışında hiç bir şey yok. Gördüğün ve dokunduğun dünya, yalnızca bir sonuçtur. Senin nefesini taşıyor, sen yaşadıkça yaşıyor ve öldüğünde ölüyor.
Kendini herhangi bir anda geliştirebilir veya alçaltabilirsin! Bu sana bağlıdır. Düşüncelerinin, tutumlarının, sözcüklerinin ve görünüşlerinin her biri, hatta yüzündeki en ufak kasılmalar bile tüm dünyaya, senin sorumluluk düzeyinin hangi yükseklik derecesinde bulunduğunu ve ne kadar özgür olduğunu anlatır. Bu, hem seni mucizevi biçimde bulunduğun yere yerleştiren, hem de yazgını, ekonomini, varoluş piyesindeki rolünü belirleyen şeydir.
Bir kişinin yaşamında hissettiği her dürtü, aynı güçte ama zıt yönde etki gösteren bir kuvvetle karşılanır. Bunun adı Antagonist Yasası dır.
Herkes bir düşleyendir. Bir düşleyen olduğundan dolayı da herkes, hem iyinin, hem de kötünün yapıcısı ve kendi kişisel gerçekliğinin yaratıcısıdır. Zaman içinde herkes, her hayalinin, her düşüncesinin ve yüreğinden geçirdiği bütün diğer şeylerin gerçekleştiğini görecektir.
Dünya bir sonuçtur, senin düşlerinin olduğu kadar kabuslarının da bir yansımasıdır. Cennet de olabilir, cehennemde, Nerede yaşamak istediğine sen karar vereceksin.
Tek düşmanın senin içindedir. Dışarıda, ne sana zarar verebilecek, ne de bağışlaman gerekecek bir düşman vardır. Antagonist senin en değerli müttefikindir. Kendini geliştirmen, mükemmelleştirmen ve bütünleştirmen için bir araç, oluşun yüksek bölgelerine erişmek için tek giriş anahtarıdır.
Bağışlama yalnızca yüreğinde olabilir. Dışında kusursuz biçimde savaşların en amansızını yapmak zorundasın, ama ona inanmadan.
Daima engellerle ve bizi devam etmekten caydırmaya çalışan iç seslerle karşılaşırız, arzularımızın gücünü, emellerimin açıklığını, hazırlığımızı ve kararlılığımızı sınayan fiziksel ve psikolojik hasımlar. Bir kapı kapanır, bir başka kapı açılır.
Yaşamda bize karşı çıkıyor görünen her şeyi ve bize yapılan her saldırıyı, ileri gidebilmek için bir itme kuvvetine çevirmemi sağlayan bir savaş sanatında eğitiyordu.
İster bir insan, ister bir olay biçiminde görünsün, Antagonistin, sendeki her boşluğu, her eksikliği, her zayıflığı veya her korkuyu göstermek, senin hazırlık noksanlıklarını, günahlarını, eksikliklerini, hatalarını ve kendine koyduğun sınırları hiç ödün vermeden açığa vurmak gii hoşlanılmayan bir görevi vardır.
En nefret ettiğimiz öğretmelerimiz bize en çok verenlerdir.
Yaşam stili bilinçlidir. Elinde avucunda olan her şeyi, hatta olmayanları, daima kendine yatır! Böylece yaşamının her anlamda zenginleştiğini ve genişlediğini göreceksin. Sen kendine yatırırsan, yaşam da sana yatırır.
Bir gün bahçede yürürken bir dikene basarsanız, teşekkür etmeyi asla unutmayın.
Her insan, isteği ile, bunun gerçekleşmesi arasında, karşı koyan bir gücün varlığını hisseder, bir tür evrensel sürtünme kuvveti.
Yaşamınızda bir şey yapmak isterseniz, insanların Antagonist diye nitelediği zıt bir kuvvetle karşılaşmak zorundasınız. Ne var ki, Antagoniste ilişkin ancak çok az kişinin bildiği bazı sırlar var. Antagonist bizi ölçerek değerlendirir. Bizim AIM imizi, yani amacımızı ölçer, düşümüzün büyüklüğünü.
Hiç kimsenin, kendinden büyük amacı olamaz. Sıradan bir insan bir apartman dairesi düşler, bir başkası bir villa düşleyebilir, ama Versailles Sarayını ancak bir kral düşleyebilir.
Kısıtlamalar olmadan herkes en büyük düşleri besleyebilir veya en büyük arzulara demir atabilir. Kişinin yaşamdan ne isteyebileceğinin maksimum sınırını benliğinin genişliği belirler, bu onun tüm isteklerinin tepe noktasıdır. Aynı zamanda bu onun bütün sahip olabileceklerinin ve alabileceklerinin de sınırıdır.
Antagonist, düşüncelerinizle duygularınızın boyutlarının en hassas ölçeğidir. Kuvvet açısından bizden asla üstün olmamasının nedeni de budur. Zalim, tehdit edici veya yenilmez görünse bile, Antagonistle karşılaşmamız daima bir düellodur ve her iki taraf da birbirlerine denk olacak şekilde dengelenmiştir.
Göründüğü kadarıyla, insan yalnızca kendi dışında engeller, düşmanlar ve zorluklarla yüz yüze geliyor. Antagonist, aslında içimizdeki bir gölgenin yani bizim bilmediğimiz ve bilmek istemediğimiz karanlık bir kısmımızın elle tutulur gözle görünür hale geçmesidir. Bir saldırı, bir zorluk veya bir sorun olarak önümüze çıktığında şaşırırız. Oysa o uzun bir zamandır hep orada, bilincimizdeydi. Önemseyip dikkat edilmediği için, küçücük bir semptom, kötüleşmek için yeterinden fazla zaman bulur ve bizim onu tanımadan yetersiz kalabarak bir şey yapamamamız nedeniyle büyük bir tehlike haline gelir. İşte sırf bu nedenle daha bilinçli bir insanlık , mahkeme salonlarına büyük harflerle “Kurban daima suçludur” yazacaktır.
Beklenilmeyen hep uzun bir hazırlık dönemi gereksinir, oluşta, kendi durumlarımızda uzun bir kuluçka dönemi. Dolayısıyla, içindeki Antagonisti tanı, onu uyum içine getir, bütünlüğünü sağla. Kendini bütünleştirmek, “yüreğinde kendini bağışlamak” demektir. Parça bütüne katılır. Bu “kaybolan oğlun dönüşü” gibidir. Bu düşmanını sev dir. Böylece, yaşam sana hep evet diyecektir. Sana diğerlerinin şans dileyeceği, sürekli bir bereket kaynağı olacaktır.
Geleceği biçimlendiren kişilerin, dipsiz karanlıkların içine atlamaya, oluşun en karanlık yerlerine girmeye, gölgelerin, hayaletlerin ve korukların karşısına dikilip yüzleşmeye cesaretleri vardır, çünkü, bütün bunların bir gün elle tutulur gözle görünür hale geçip karşılarına hasımlar olarak çıkmadan önce alt edilmeleri gerektiğini bilirler. Arzularını herhangi bir zorluk veya sorunla karşılaşmak zorunda kalmadan gerçekleştirmenin tek yolu budur.
O dakikadan itibaren sen biletleri değil, dünyanın betimlenmesini desteklemek için mümkün olan yolları aradın. Her şeyin gerçekten öyle ve başarmanın olanaksız olduğu inancını güçlendirmek için aradın. Her girişiminden sonra, yani seni daha kapıyı çalmadan orada bekliyor olduğuna inandığın “hayır”ları aldıktan sonra, başarısızlık kehanetini doğrulamak ve kendi sözverini yüceltebilmeni sağlamak için boyun eğdin.
Sıradan insan, asla kendi ilk ve eşsiz düşünü değil, sadece kendisine betimlemeni düşler. Çünkü kendisine erişemez. Kendisini bilmez.
Düşlediğin her şey gerçekleşir.
Kendini bilmeye başlarsan, dünyanın neden bu halde olduğunu da anlayacaksın. Sen artık dünyanın neden bu halde olduğunu biliyorsun, çünkü onu sen düşledin.
Endişelenmek, şüphelenmek ve ıstırap çekmek, yoksul insanların uğraşlarıdır.
Endişelenmek, şüphelenmek, korkmak ve ıstırap çekmek oluştaki bir çatlağın gösterilmesi ve olaylar dünyasında bir süre önceden başlayan felaketlerin semptomlarıdır.
İnanmak ve görmek, olmak ve olacak olmak gibi aynı şeydir. Zamanla inandığın ve düşlediğin her şeyin gerçekleştiğini göreceksin.
İnanmak için, bütünlük halinde ve kusursuz olman gerekir. Oluştaki en ufak bir çatlak veya şüphe gölgesi, seni ölmeleri kaçınılmaz olan yenilmişlerin, yani ananmak için görmek isteyen, cehenneme kısılıp kalmış, kendi telif haklarından vazgeçmiş binlerce kişinin arasına geri döndürecektir.
Herkes bir yaratıcıdır… Dünya bir parça sakız gibidir. Her ne düşlersen gerçekleşir.
Bir kişide görmek ve inanmak bir araya geldiğinde, o kişi yaşamında her türlü acı ve ıstırabı yok eder….
İnsan, öz gözlemleme aracılığıyla, oluşun en ücra köşelerine erişir. Gerçek bir dönüşüm ancak ozaman gerçekleşir ve kişi varoluşunun asıl anlamını ancak ozaman bulabilir.
Bundan dolayı, düşünüş şekliniz ve duygularımızın niteliği, kaçınılmaz olarak bedenimiz üzerinde bir etki yapar. Bir düşünceyi hafifletmek veya bir duyguyu değiştirmek için gösterilmesi gereken bilinçli çabalar, bedensel koşulları, hatta bedenin dış görünüşünü bile ışık hızıyla düzeltebilir.
Bir gün, dünyayı düş’ün araçlarıyla, yani düşünüş ve nefes alışla nasıl dönüştüreceğini bileceksin.
Bir kişinin nefes alış genişliği, bulunduğu sorumluluk derecesine karşılık gelir ve yapabilecekleriyle sahip olabileceklerinin tümünü belirler.
Ancak sorumlusu oldukların kadarına sahip olabilirsin.
Yaşamını genişletmek istiyorsan, aşırı uğraşlara girişmen gerekmez. Ciddiyetin ve samimiyetin gücüyle düşünüş biçimini, fikirlerini ve vizyonunu genişlet ki kazanamayacağın bir savaş olmasın.
Yalanı öldürürsen, “şimdinin gücüne olabilecek en basit şekilde girersin. Çünkü insanın doğal, kahramanca ve ölümsüz olan tek durumu, “bu an ve burada” yaşamaktır.
Herkesin, kendini içinde bulduğu koşul, başına gelebileceklerin en iyisidir. Bu fırsatı yakalamak, ona, yalnızca kendisine kalmıştır. Yaşamdaki her şey bir nedenle ve bir amaçla gerçekleşmekte ve hep sana hizmet etmektedir.
Oluştaki en ufak bir değişim, olaylar dünyasında dağları yerinden oynatır.
Bir şükran düşüncesi yolladım ve yürekten yakında onu yine görmeyi diledim.
Dans et, dans et, sürekli dans et ve varoluşunu kutlayıp kendini yürekten sev! Kendini gözle! Oluşa dikkat et! Yaşantından geriye gerçek olan şeylerin kaldığını ve yanılsama olan her şeyin ortadan ebediyen kalktığını göreceksin.
Öz gözlemleme, benlik durumlarıma dürüst bir bakış, daha yüksek bir saygınlık düzeyini hissetmek ve olanaklarıma yeniden güvenmek, yaşantımda sadece birkaç hafta öncesinde olanaksız sayacağım değişimleri üretmeye başladı.
Bir gün, yapıt değil, sanatçı, düşlenen değil, düşleyen, yaratılan değil, yaratıcı olduğunu ve her şeyin senin hizmetine verildiğini anlayacaksın. Ondan sonra artık bağımlı kalamazsın. Dünya, sen bu halde olduğun için böyledir. Yoksa sen dünyadan dolayı bu halde değilsin.
İnsanın çevresinde gördükleri, yani dışındaki gerçeklik, geçmiştir. Senin “şimdi” olarak nitelediğin şey, aslında gecikmeli bir yayımdır.
Elinle tuttukların, gözünle gördüklerin ve tam şu anda meydana geldiğine karar verdiğin olayların hepsi, bütün bunlar uzun zaman önce kaydedildi. Gerçekleşebilmek için, varlık düyasındaki bir başka boyutta, yani senin durumlarında rızanı aldılar. Yaşamdaki olaylar, zamanın görünür hale getirdiği katılaşmış benlik durumlarıdır. Sen onların içindeyken, olaylar olduğu sırada, onların hemen gözlerinin önünde gerçekleştiklerine inanır, yepyeni ve ilk kez başa gelen şeyler oldukları yanılmamasına düşersin. Oysa ki onlar sadece çok küçük farklılıklarla kendini tekrarlayan geçmişinin yansımalarıdır.
İnsanın gelecek olarak nitelediği, aslında geçmişinin arkadan görünüşüdür. Kişinin yaşamını yönetmesinin tek yolu “bu an ve burada” ilkesinin içindedir. Bir insan, ancak hiçlikle sonsuzluk arasında asılı duran şu anı yöneterek, “yapabilir” ve gerçek bir yazgıyı hak edip onu biçimlendirerek üstün bir düzende olaylar yaratabilir.
Maalesef beni o fırsatı yakalamaktan alıkoyan bozuk sağlığımı suçlayacaktım. Ertesi sabah yansıtmak üzere bütün bunlar hazırlanmıştı.
Sağ böbreğindeki taşları düzenleyip, zevkine uygun şekilde yerleştirmekte kullandığın basitliği, uyum ve başarıyı istemekte ve hatta elde etmekte de kullanabilirdim.
Uygunluk için, bedenin ve kişisel dünyamızın ne denli itaatker olduğunun ayırtına varılması, ister iyi olsun ister kötü, düşüncelerimizin yaratma yetisinin ne denli güçlü olduğunun keşfi.
Evren bana bağımlıydı! Dünya, bu oda gibi, apaydınlık olabilir, ama onu ışıklandırmayı beceremezsem alaca karanlıkta da kalabilirdi. Dünya, sen böyle olduğun için bu haldeydi.
Varoluş, içinde bulunduğun durumu meydana seren en korkunç maskesini takıp, sen her neredeysen oradan seni çıkartmaya gelir. Korktuğun şey nedir? Yoksullaşmak mı? Terk edilmek mi? Sağlığını, evini veya işini yitirmek mi? İşte varoluşunun seni korkutmak için takınacağı maske odur. Bir kişi, her neden korkuyorsa, sokakta başına gelecek olaylarda o korkusu elle tutulur gözle görünür hale gelir. Geçilmeyen sınavlar gibi, er ya da geç onlarla yeniden karşılaşmak zorunda kalacaktır.
Yalnızca bahiste her şeyini kendi üzerine sürebilen bir kişi, yani soran, tüm gücüyle değişmeye çalışan ve bunu “isteyen” biri başarabilir. Sıradan insanların gözünde, aşırı atılgan, yüksek risk altında yaşayan, hatta bilinçsiz bir kişi gibi görünse bile, bütünlük ve sadeliğin yönlendirdiği bir kişiye sürekli olarak bir “kurtuluş duygusu” eşlik eder. Aslında hiçbir şeyi riske atmadığını bir tek o bilmektedir. İş hayatındaki en korkutucu girişimlerde, bu doğruluğa sahip olan kişiye hiçbir şey saldıramaz ve o başarısız olamaz. Tuttuğu her şey altına dönüşür ve çoğalır. Her koşulda, hatta en umutsuz olanlarla bile her zaman çözüm bulur. Olaylarla koşullar onu hep haklı çıkarır, çünkü o kendisi çözümdür.
Sıradan insan, kendini sürekli tehdit altında hissetmesine ve daima birisinden veya bir şeyden korkmasına rağmen, aslında dışarıda ona zarar verebilecek ne bir şey, ne de herhangi bir kimse vardır. Dünya, kendi “düş”ümüzü veya kabuslarımızın yansıması ve elle tutulur gözle görülür hale gelmesidir.
Dünya bir cennet de olabilir, bir cehennem de. Nerede yaşayacağına sen karar vereceksin. Korkularından kendini kurtar! Korkusuzluk, mutlak doğruya ve bütünlüğe geçilen kapıdır, ama göstereceğin hiçbir çaba seni korkusuz kılamayacaktır. Korkusuzluk, sen korkacak hiçbir şey olmadığının ayırtına vardığında kendiliğinden gelecektir.
Her ıstırabın, korkunun, şüphenin, belirsizliğin ardında yıkıcı bir düşünce vardır.
Taş oluşumu, gerçek hastalığa geri gidip, onu iyileştirecek bir yol bulabilmeyi sağlamak için yalnızca bir semptom ya da bir işaret göstergesiydi. Onları dinleyip hastalığın gerçek nedenine dönmediğimiz zaman, hastalığın kötüleştiğini, semptomların çok daha bezdirici bir ıstıraplı hale geleceğini anlattı.
Biz insanların kendi yaşamlarında bile, her an, gidilebilecek yalnızca iki yön vardır, ya yukarı, ya da aşağı, bunu gelişme yasası denir. Yukarı doğru bir zorlama olmadan, yani daha fazlası olmayı arzulayan özel enerji olmadan, yaşam bulunduğu erden geri döner ve çürür.
İnsanın inandığının aksine, ilk önce korku gelir ve ardından korkulacak şeyi seçeriz.
Korkuyu fırsata dönüştür! İnanın yalnızca iki duygusu vardır. Korku ve sevgi. Bunlar birbirinin zıddı değildir. Bunlar oluşun farklı düzeylerindeki aynı gerçekliktir. Korku çürümüş sevgi, sevgi yücelmiş korkudur.
Hastalık yoktur. Beden asla hastalanmaz. Yalnızca oluşta neyin eksik olduğunu gösteren sinyaller gönderip semptomlar üretebilir. Hastalıklar yoktur, yalnızca iyileştirmeler vardır.
Şimdiye dek bağımlı biri olarak yaşadın ve sorumsuzluklarda görülen hastalıkları taşıdın. Böbrek hastalığı bunun belirtilerindendir ve hastaları bu nedenle bağımlıdırlar. Böbreklerden hastalanmak, ortada iletişim sorunları bulunduğu anlamına gelir. Önce kendinle, sonra başkalarıyla…
Bir kişi,nefes alışının ve akciğerlerin aracılığıyla, hem duygularını denetim altına alabilir, hem de korkuyla savaşabilir.
Olaylar dünyasında, yani karşılıklar dünyasında kesinlikle çözümle karşılaşamazsın. Çözüm, sorunla aynı düzlemde değildir. Çözüm yukarıdan gelir, ama senin istediğin zaman değil. Çözümler dünyasına erişebilmeyi bilmek gerekir. Oluşta yükseldiğinde sana bulanık görünen her şey açıklık kazanır ve geçit vermez dağlar olarak görünen sorunlar, kolay tümseklere dönüşür.
Düzeltmek, her şeyin olduğu gibi kalmasını isteyenlerin, yani eskimiş, canlılığı kalmamış bir düşünüş yolunun tiryakisi olanların parolasıdır. Dünyanın dışarıdan düzeltilebileceğine inanmak, ondaki kötülüğün kökleriyle karşılaşmaya gücü olmayan insanlığın körü körüne bir inanışıdır.
Çözüm asla zaman içinde değil, dikey zamanda, yani zaman dışındaki zamandadır, düşünüş niteliğinde ancak bir anda gerçekleşebilecek bir yükselmede. İnsanlık, yazgısını ancak hiçlikle sonsuzluk arasında asılı duran şu anı yöneterek biçimlendirebilir ve üstün bir düzende olaylar yaratabilir.
Onları kollamak, sevmek ve onlara hizmet etmek gerçek bir önderin boynunun borcudur. Bir kuruluşta en uzaktaki hücrelerin bile gözetilmesi gerekir, çünkü onlar bu sayede gelişirler ve ilerleyişleri hızlanır.
Yaşamlarına dokunan gerçeklikleri meydana getiren sanatçılar, kişilerin kendileridir. Dünya, kendi yaşamımızın hayaletlerini üzerine yansıttığımız dev bir ekrandır. Bizim dışımızda, yazgımızı etkileyebilecek, bilinen veya bilinmeyen, doğal veya doğaüstü hiçbir kuvvet yoktur. Her ne olursa olsun, bir olayın, ortaya çıkmadan önce mutlaka bizim onayımızı alması gerekir.
Bir insanın yapabileceği tek plan, kendisini geliştirmek, kendi düşünü beslemektir. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Bir tek korku zerresinin bile terk edilmesi, dağları yerinden oynatabilir ve seni olaylar dünyasına bir dev görüntüsünde yansıtabilir.
Planlama, bir tür şeytan çıkarmadır, yani gerçeklikten bir kaçış. İnsan gelecek korkusunu, planlarla programlardan oluşan ritüeller aracılığıyla, beklentilerin aldatıcı güvenliğinde hafifletir.
Posted via Blogaway
27 Aralık 2014 Cumartesi
26 Aralık 2014 Cuma
Harika bir film 📺💿💽💾
Posted via Blogaway
25 Aralık 2014 Perşembe
Amsterdam zarif ve özgür
Özgür ve zarif Amsterdam
Her yıl yaklaşık 1 milyon turisti ağırlayan Amsterdam 12. yüzyılda Amstel ırmağının kıyısında bir balıkçı köyü olarak kurulmuş. Özgürlükler şehri olarak adlandırılan Amsterdam Hollanda'nın en kalabalık nüfusuna sahip yerleşimlerinden
Amsterdam kanallar üzerine kurulu bir şehir. Şehrin kanallar üzerine kurulmasının amaçlarından biri de ulaşımı sağlamak. Bu kanallar hâlâ ulaşım için kullanılmakta. Şehrin sokaklarını bir ağ gibi saran kanallar, muhteşem mimariye sahip binalar ve laleler turistlere görsel bir şölen sunuyor. Oldukça fotojenik olan bu şehirde kanalların yanı sıra bisiklet de önemli bir ulaşım aracı. nereye baksanız bisiklet görüyorsunuz. Zaten bu kadar bisikletin olduğu yerde trafik olması insana mantıksız görünüyor. Düz bir yapıya sahip olan bu şehri baştan sona bisiklet ile turlayabilirsiniz. Trafikte geçiş önceliği bisikletlilerin ikinci sırada yayalar var sonra da araçlar geliyor. Kentin trafik düzenlemesi olması gerektiği gibi, insanın hayatını kolaylaştırıyor. Amsterdam'da yaşadığım bir olay açıkcası beni şaşırttı: Şehrin en işlek bölgesi olan Dam Meydanı'nda yürürken karşılaştığım tramvay durdu ve bana yol verdi. Koca tramvayın benim için durması, yol vermesi bireye duyulan saygının en büyük göstergesi gibi geldi bana. Şehrin sokakları alışılmışın dışında çok dar. Birbirine benzeyen sokaklarda kaybolursanız panik yapmayın genellikle her sokak Dam Meydanı'na çıkıyor.
ŞEHİR VERGİSİ ALINIYOR
Otelinize yerleşmeye gittiğinizde sizden şehir vergisi istenirse şaşırmayın. Çünkü turistlerden 60 euro şehir vergisi alınıyor. Huzur dolu Amsterdam gündüzleri hareketli ve her damak zevkine hitap edecek lezzet duraklarına sahip. İsterseniz Hollanda'ya özgü yemekler yiyebilirsiniz. Türk mutfağından vazgeçmem diyorsanız Türk restoranları ve hatta simit evleri mevcut. Aç kalmazsınız yani. Şehre genellikle genç nüfus hakim. Yerli halk güler yüzlü ve yardımsever. Gün içinde yapabileceğiniz çok sayıda aktivite var. Giderken yanınıza yağmura ve soğuğa karşı sizi koruyacak kıyafetler alın mutlaka. Birdenbire yağmur, kar yağıyor ve sonra aniden güneş açıyor. Gece hayatı gündüzden çok daha hareketli. Hatta gece açık olan kafe sayısı gündüzden çok daha fazla diyebilirim. Amsterdam geceleri başka bir kimliğe bürünüyor. Tavsiyem yanınıza gelen sokak satıcılarına aldırış etmeyin. Genellikle kalabalık yerlerde zaman geçirmeye çalışın çünkü bazen ıssız sokaklar tehlikeli olabiliyor. Söylemeden geçmeyeyim; Amsterdam'da geçirdiğim dört gün boyunca hiç polis görmedim. Herhangi bir güvenlik sorunuyla karşılaştığımı söyleyemem ama siz yine de tedbiri elden bırakmayın.
YEMEDEN DÖNMEYİN
Hollanda peyniri: Sokak pazarlarında hiç görmediğiniz kadar çok peynir çeşidiyle karşılaşacaksınız ve kafanız karışacak. Peynir almadan önce küçük porsiyonlar halinde tadına bakın. Sonrası sizin damak zevkinize kalmış.
Patat : Bize göre patates onlar için Patat. Amsterdam'da adım başı patates satan dükkan var diyebilirim. Amsterdam halkı patatesi çok tüketiyor. Alt tarafı patates deyip geçmeyin Hollanda'ya özel soslarla çok lezzetli oluyor. Deneyin ve görün.
Haring: Çiğ balık. İlk duyulduğunda kulağa hoş gelmiyor olabilir. Bende 'haring'in lezzetini tatmadan önyargı ile yaklaşmıştım. Haring Kuzey ülkelerinde çok tüketilen bir balık türü. Balık küp doğranmış soğan ve turşu ile servis ediliyor. Çiğ balık yiyemem diyenler için benim formülüm, sandviç ekmeğinin içinde yemeniz çok daha kolay olabilir.
Poffertjes: Hollandalılar genellikle bu yiyeceği kış mevsiminde tercih ediyor. Gözünüzde minik bir krep canlandırın. Küçük bir kağıtta üzerine pudra şekeri dökülerek servis edilen bu krep lezzetiyle tatlı isteğinizi bastıracak.
GÖRMEDEN DÖNMEYİN
Madame Tussauds Müzesi: Birçok ünlünün balmumu heykeli müzede sergileniyor. 25 euro karşılığında Brad Pitt, Marilyn Monroe ve Bob Marley'le fotoğraf çektirebilirsiniz.
Çiçek Pazarı: "Çiçek pazarında ne olabilir?" diyebilirsiniz. Avrupa'da birçok ülkede çiçek pazarı var burayı farklı kılan özellik Çiçek Pazarı'nın kanal üstünde olması. Tam anlamıyla yüzen bir çiçek pazarı hayal edin, doyamayacaksınız.
Amsterdam Müzesi: Dam Meydanı'na 5 dakika mesafede olan müzeye giriş 10 Euro. Müzede Ortaçağ'dan günümüze Amsterdam ile ilgili birçok parça var. Müzede resimler, modeller ve arkeolojik buluntular sizi bekliyor.
Artis Hayvanat Bahçesi: Belgesellerde hayranlıkla izlediğimiz birçok hayvana çıplak gözle bakmak için kaçırılmaz bir fırsat. Hayvanlarla doğayı bir araya getiren bu hayvanat bahçesine giriş 18 Euro.
Amsterdam Arena: İyi bir futbol seyircisiyseniz altyapısıyla kendini dünyaya tanıtan ve müzesinde birçok kupası olan Ajax'ın stadını görmeden dönmeyin. Kazanılan kupalar ve Ajax tarihine katkıda bulunan futbolcuların eşyalarına 12 euro karşılığında tanıklık edebilirsiniz.
Ice Bar: İçerisi -5 derece olan bir bar düşünün. Barın içine özel tasarlanmış soğuğa karşı dayanıklı elbiseler ile giriyorsunuz. İçecek servisi için buzdan bardak kullanılan bu barda yine buzdan heykeller sizi bekliyor.
Van Gogh Müzesi: 1973 yılında kurulan bu müzede ağırlıkla ünlü ressam Van Gogh'un eserleri sergileniyor. Müzede 700'e yakın mektup ve 500 çizim bulunmakta. Tarih kokan bu müzeye giriş ücreti 14 euro.
Vondelpark: Şehir stresinden uzak, kafa dinlemek isteyenlerin en favori adreslerinden birisi olan bu parkı bisikletle turlamanızı tavsiye ediyorum. Keyifle zaman geçirebilir, bol bol fotoğraf çekebilirsiniz.
NE ALINIR ?
Hollanda'nın sembolü olan lalenin tohumu alabilirsiniz.
Antikaya ve sanata meraklıysanız kurulan bit pazarlarında eşi benzeri olmayan hediyelik eşyalar dikkatinizi çekecek.
Hollanda'ya özgün saatler
Şapka, tişört gibi Amsterdam'ı anlatan tekstil ürünleri.
Posted via Blogaway
24 Aralık 2014 Çarşamba
En korkunç ve güzel Ortaçağ : Transilvanya
En korkunç ve güzel Ortaçağ: Transilvanya
Drakula'nın ilham kaynağı Kazıklı Voyvoda'nın memleketi Romanya'daki Transilvanya, Ortaçağ meraklılarının uğrak yerlerinden biri. Bölgedeki heybetli şatolar, kaleler, efsaneye dönüşen söylenceler buraya olan merakı daha da artırıyor
Eflak ve Boğdan'ı tarih derslerinden öğrenmişizdir ama "Burası neresidir?" diye sorulduğunda bilen insan sayısı çok azdır. Bu bölgenin tarihi çok eskilere uzanır ama tarih sahnesinde bir rol kapması Osmanlı devrinde olmuştur. Eflak, Boğdan ve Erdel bölgesi bugünkü Romanya ve Moldava sınırları içinde yer alır, bir bölümü de Macaristan ve Avusturya'ya kadar uzanır. Güzel bir memlekettir. Karpatların uzantısı olan Transilvanya Alpleri'ni içine alır. Bu dağ silsilesi 250 kilometre boyunca uzanır. Derin vadileri, gürül gürül akan şelaleleri, verimli ovaları, lezzetli suları, dünya güzeli gölleri vardır bu bölgenin. Bu yüzden tarih boyunca çok göz diken olmuştur topraklarına. Avusturyalılar, Macarlar, zaman zaman Ruslar ve Almanlar burayı ele geçirmek için yüzyıllar boyu savaşmışlar ama bu topraklar asırlarca Osmanlı egemenliğinde kalmıştı. Bu hakimiyet Fatih Sultan Mehmed zamanında başlayıp 1877-1878 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşı'na kadar sürmüş ve Osmanlı beş asır sonra bu topraklardan çekilmek zorunda kalmıştı. Bu bölge tarih boyunca kanlı ve de vahşi savaşlara sahne oldu. Bunların en şanlı ve kanlı olanı 1459 ile 1462 yılları arasında Fatih ile 3. Vlad'ın orduları arasında yaşanan savaştı. Daha önce Osmanlılar'a yenilen Vlad'ın babası, oğlunu rehine olarak vermişti. İki yıl Edirne'de tutsak kalan Vlad, Osmanlı'nın Eflak bölgesindeki valisi olarak görevlendirilince serbest bırakılmıştı. Fakat 2. Kosova Savaşı sonrası Vlad Osmanlı'yı satmış ve Macarlar'ın tarafına geçmişti. Fakat bu aşamadan sonra Vlad, satış olayını kendine bir iş edinmiş, Macarları da arkadan vurmuş, sonra kendisine destek veren yerli boyarları yani asilzadeleri de satışa getirmişti. Boyarlar içinde Osmanlı'ya destek verenlerin şatolarını bir gece ordularıyla basıp hepsini esir almış, boyunlarına halkalar takarak kasaba kasaba dolaştırmış, sonra da hepsini yağlı kazığa oturtmuştu. Yağlı kazık markasını önce soylu soydaşlarında deneyen Vlad, daha sonra savaşta esir aldığı 20 bin yeniçeriyi de aynı tip kazıklara oturtmuştu. Bu yüzden adı Kazıklı Voyvoda'ya çıkmıştı. Ondan sonra da Vlad Tepeş olarak anılmaya başlandı. Eski Romanya'da yerel krallara voyvoda deniliyordu. Osmanlılarda bölgeyi hep Hristiyan valilerle yönetmiş ve bunlara aynı ismi vermişti.
KAZIKLI VOYVODA'NIN MEMLEKETİ
Rivayete göre Kazıklı Voyvoda kazığa oturttuğu kişilerin kanlarını fıçılara doldurur ve yemek sırasında bu kanları afiyetle içermiş. Neticede Fatih ordusunun başına geçip bu gözü dönmüş vahşiye karşı bir sefer düzenlemiş ve onu yenmiş. Bu savaş ve vahşetin destanı yüzlerce yıl anlatıldı ve zamanla unutulmaya yüz tuttu. Yazar Bram Stoker, 1897'de Kont Drakula isimli bir kitap yazınca geçmişin hatıraları yeniden canlandı. Defalarca filme alınan ve çeşitli dillerde binlerce baskısı yapılan bu kitapta Vlad bir vampir olarak tarif ediliyor. Bu hafta yolculuk yapacağımız yer vampir efsanelerin baba ocağı olarak kabul edilen korkunç ama dünya güzeli bir memleket. Transilvanya dünyanın dört bir tarafından Ortaçağ tarihine ve mimarisine meraklı olanların akınına uğruyor. Kuzey Karpatların eteklerinde yolculuklar yapılıyor, şatolar ziyaret ediliyor, bir çivisine bile dokunulmadan günümüze kadar olduğu gibi korunmuş olan eski köy, kasaba ve şehirlere gidiliyor. İlk ziyaret edilen yer de haliyle Drakula'nın Şatosu olarak ünlenen kale. Burası hem eski voyvodaların ikametgahı hem de bir askeri garnizon. Zamanında milyonlarca tüccarın uğrak yeri olan bir dağ geçidinde kurulmuş ve zaman zaman da gümrük olarak kullanılmış. Kuruluş tarihi 1212 yılına kadar gidiyor. İlk olarak Töton Şövalyeleri tarafından ahşap olarak inşa ediliyor. 1242 Moğollar bu kaleyi işgal edip ateşe veriyor. 1377'de yakınlarda yer alan Braşov Saksonları tarafından şimdiki haliyle taştan yeniden ayağa kaldırılıyor. Sarp ve ulaşılması zor bir kale burası. Defalarca kuşatılıyor ve kanlı savaşlara sahne oluyor. Drakula'nın yani Vlad Tepeş'in de buradan geçtiği biliniyor ama ikamet edip etmediği kesinlik kazanmamış. Olağanüstü güzellikte heybetli bir yer burası. Ortaçağ şatolarının atası olarak kabul ediliyor. Osmanlı burayı gümrük noktası olarak kullanmış ve Voyvodalara ikametgah olarak tahsis etmiş. 1920'de Romanya Krallığı'nın da resmi konutu olmuş. 1948 yılında sosyalist hükümet tarafından devletleştirilmiş. 2005'te devletleştirilen mülklerin eski sahiplerine iadesi kararı alınmış. Bu tarihten dört yıl kadar sonra bu dev şato, mirasçıları olan Arşidük Domonic'e ve kız kardeşleri Maria-Magdalena Holzhausen ile Elisabet Sandhofer'a verilmiş. Ve restorasyon sonrasında Romanya'nın ilk özel müzesi olarak insanlığa kapılarını yeniden açmış.
AH GÜZEL BRAŞOV
Yolculuğun bundan sonraki durağı tarihi Braşov kenti. Buraya ilk kez 1993 yılında gitmiştim. O sırada eski sosyalist rejim yıkılıyordu ve ülkede yer yer çatışmalar yaşanıyordu. Dört yıl kadar önce Çavuşesku rejimi yıkılmış ama yeni yönetim ülkeye tam olarak hakim olamamıştı. Ama bu karışıklık içinde bile çok güzeldi Braşov. Zaten tarihi boyunca da hep kaosların ortasında varlığını sürdürmüş olduğu için o sırada yaşanan olaylardan da pek etkilenmemişti. Çünkü bu şehir Romanya'nın kültür merkezi gibi. Ülkenin köklü aileleri ve entelektüel burjuvaları burada yaşıyor. Kentlerini tutkuyla seviyor bu insanlar ve göz bebekleri gibi de koruyorlar. Bu yüzden gezginler arasında "Eğer Braşov'u görmemişseniz Ortaçağ konusunda cahilsinizdir" diye bir söz vardır.
MASAL DİYARI SİBİU
Bir yeri ilk kez gezenler genellikle bir seyahat acentesiyle yola çıkarlar. Bu daha sonraki yolculuklara bir hazırlıktır. Ama sadece seyahat acentesi değil size bu yolculukta öncülük eden rehber de çok önemlidir. Balkanları ve özellikle de Transilvanya bölgesini memleketimizde en iyi bilen rehberlerden biri de Yelda Baler'dir. Bu rehberimiz çok okumuş yurttaşlarımızdan biri... İstanbul Üniversitesi'nde fizik, Boğaziçi Üniversitesi'nde de bilgisayar programcılığı dalında eğitim almış. Yazar ve çok sayıda sergiler açmış iyi bir fotoğrafçı. Daha önce kendi keyfi için geziyormuş, dünyaları dolaşmış. Birkaç yıldır, "Geçtiğim yolları insanlara da anlatayım" deyip rehberlik işine de soyunmuş. Transilvanya gezilerine rehberlik ediyor. 2-7 Ekim arası da yeniden yola çıkıyor. Yelda Baler'e bu yolculuklarda nereleri görmek gerektiğini sorduk. Şunları söyledi: "Sibiu'yu mutlaka görmelisiniz, masal diyarı gibidir. Katedraller, Biertan Kilisesi, köprüler, kapılar mutlaka görülmeli. Peles Kalesi'ne de çıkmadan olmaz. 1873'te başlanmış, 10 yılda tamamlanmış bir efsane şatodur. Viyanalı ünlü iki mimar tarafından yapılmış. Romanya Kralı I. Carol için inşa edilmiş. Duvar resimleri, tavan süslemeleri, dış cephesindeki freskler, bahçe düzenlemeleri dönemin en ünlü sanatçıları tarafından yapılmış. Romanya Karpatları'nın kuzeyinde yer alan Sighisoara'yı görmezseniz bölgeyi tam olarak anlayamazsınız. Braşov'dan 120 kilometre mesafede. 1. Dünya Savaşı'nın sonlarına kadar Habsburg Hanedanlığı'nın hakimiyetinde olduğu için Alman suyuyla yıkanmış bir Ortaçağ diyarıdır burası. Yeşil kubbeli Biserica Sf. Treime, değişik bir Romen Ortodoks yapısı. Tepesine her gün değişik kuklalar asılan saat kulesi ilginçtir. Merdivenlerle çıkılan tepede bu kuleden başka 'tepedeki kilise' olarak anılan bir ibadethane daha vardır. Şehrin çevresi ormanlıklarla kaplıdır, nehir çok güzeldir, binalar zaten biblo görünümündedir.
Posted via Blogaway
23 Aralık 2014 Salı
22 Aralık 2014 Pazartesi
Halsizlik neden olur?
Halsizlik Neden Olur?
Çoğu zaman yorgunluk, bitkinlik, uyuşukluk ve kayıtsızlık olarak da tarif edilen ‘halsizlik’ fiziksel veya zihinsel; ya da her ikisinin birden görüldüğü bir yorgunluk ve zayıflık halini tanımlar. Fiziksel ve zihinsel halsizlik birbirinden ayrı durumlardır ancak genellikle ikisi bir arada ortaya çıkar: Eğer bir kişi uzun süren fiziksel bir bitkinlik içerisindeyse, zamanla zihinsel olarak da halsiz hissedecektir. Fiziksel halsizlik söz konusu olduğunda normalde fonksiyonlarınızı yerine getirmenizi sağlayan fiziksel kapasiteniz yetmez olur. Zihinsel halsizlikte ise daha çok uykulu olmaktan ve dikkatinizi toplamakta güçlük çekmekten şikayetçisinizdir.
Halsizlik sadece belli bir hastalığa özgü bir semptom değildir ve farklı pek çok nedeni olabilir. Fiziksel halsizlikte bir kişinin kasları, normalde yaptıkları şeyleri kolayca yapamaz. Merdiven çıkmak ya da çarşı torbalarını taşımak her zamankinden çok daha yorucu gelir. Fiziksel halsizlik kas zayıflığı, zayıflık ya da güç eksikliği olarak da bilinir. Psikolojik halsizlikte ise, dikkati belli bir konuya vermek güçleşir. Belirtiler ciddileştiğinde hasta sabahları yataktan kalkmak veya günlük aktivitelerini yapmak istemeyebilir. Her zaman olmasa da, genellikle zihinsel halsizlik fiziksel halsizlikle birlikte görülür. Kişi uykulu ve dalgındır. Halsizliğin olası nedenleri saymakla bitmeyecek kadar çok olabilir ama burada belli başlı halsizlik nedenlerini sıralamaya çalışalım:
Psikolojik Nedenler
Yas tutuma, yeme bozuklukları, alkol tüketimi, uyuşturucu kullanımı, anksiyete (kaygı), ev değiştirme, can sıkıntısı ya da boşanma gibi nedenler psikolojik olarak yıpratıcı ve halsizliğe yol açabilecek nedenlerdir.
Gündelik hayatta belli bir oranda stres, aslında işimize yarar ve pek çok zor durumun altında kalkmamız için bize itici güç olur. Ancak stres oranı çok yükseldiğinde ve rahatlayacak zaman bulamadığımızda, bu durum bizde kolayca halsizlik yaratabilir. Stres ve endişe genel olarak yorgunluğa neden olduğu bilinen iki duygudur. Stres yoğun olduğunda çoğu zaman çaresizlik ve umutsuzluk gibi duygulara kapılmaktan kendimizi alamayız ve umutsuzluk hissi tüm enerjiyi çeken, yorucu bir histir. Herhangi bir durum üzerinde hiç kontrolünüz olmadığını ve elinizden bir şey gelmediğini hissettiğinizde iç sıkıntısının yanı sıra yorgunluk da baş gösterir.
Depresyon farklı nedenlerden dolayı halsizliğe yol açabilir. Depresyonun kendisi, depresyon ilaçları ya da depresyon kaynaklı uykusuzluk nedeniyle kişinin kendisini halsiz de hissetmesi mümkündür.
İç Salgı Bezleri / Metabolizma Hastalıkları
Cushing hastalığı, elektrolit problemleri, diyabet, hipotiroidi, anemi (kansızlık), böbrek ve karaciğer hastalıkları belirtileri arasında halsizlik de yer alır.
İlaç Kullanımı
Bazı antidepresanlar, steroidler, alerji ilaçları, hipertansiyon ilaçları, kaygı giderici ilaçlar, statinler (kolesterol düşürücü ilaçlar) ve sakinleştiriciler halsizlik yapabilen ilaçlara örnek olarak verilebilir.
Kalp ve Akciğer Hastalıkları
Zatürre, aritmia, astım, kronik obstrüktif akciğer hastalığı, kalp kapak hastalıkları, koroner kalp hastalığı ve konjestif kalp yetmezliği başka belirtilerin yanı sıra halsizliğe de neden olan hastalıklar arasındadır.
Uyku Problemleri
Gece geç saatlere kadar çalışmak, uzun süren uçak yolculukları, uyku apnesi, uykusuzluk hastalığı ve reflü, uyku problemlerini beraberinde getirebilir. Pek çok kişinin halsizlik nedeni de işte bu uyku problemidir. Bazı meslekler diğerlerine oranla halsizliği daha çok tetikler. Polis, doktor, hemşire, itfaiye görevlisi gibi çalışma ve uyuma saatleri düzensiz olan kişilerde bu düzensizlik sonucu halsizlik ortaya çıkabilir.
Enfeksiyonlar / Enfeksiyon Hastalıkları
Sıtma, tüberküloz, HIV enfeksiyonu, Sitomegalovirüs enfeksiyonu, öpücük hastalığı, grip ve hepatit halsizlik yapan enfeksiyon hastalıklarına örnek olarak sayılabilir.
Vücuttaki Kimyasallar
Vücutta vitamin, mineral eksikliği ve zehirlenme halsizlikle sonuçlanır. Çok fazla kafein ve alkollü içecek tüketmek de uykuya geçişi ya da derin uykuyu zorlaştırdığından, özellikle de yatmaya yakın içildiklerinde iyi uyuyamamaya ve bunun sonucunda halsizliğe neden olur.
Bilinçsizce yapılan diyet veya sürekli hazır gıdalarla beslenme ya da düzensiz yeme saatleri de pek çok şekilde vücuttaki bazı dengeleri bozabilir ve halsizliğe yol açabilir.
Menopoz
Uykusuzluk menopozun başlıca semptomlarından biridir. Menopoz dönemindeki kadınlar uykuya geçmekte zorlanır. Bunun nedeni gece terlemeleri ve sıcak basmaları olarak sıralanabilir. Bu dönemde kadınların yaşadığı hormonal dengesizlikler uyku düzenini bozarak halsizliğe neden olabilmektedir.
Halsizliğe Neden Olan Diğer Hastalık ve Tedaviler
Kanser, kemoterapi, radyoterapi, kronik halsizlik sendromu, fibromiyalji, lupus hastalığı, romatoid artrit, obezite, büyük oranda kan kaybı ve zayıflayan bağışıklık sistemi halsizlik şikayetinin ortaya çıktığı diğer durumlardır.
Halsizliğe Karşı Ne Yapmalı?
Her gece vücudunuzun ihtiyacı olduğu kadar, iyi bir uyku uyumak önemlidir.
Sağlıklı beslenmeye özen gösterin. Özellikle hazır gıdalardan, bol yağlı, tuzlu ve şekerli yiyeceklerden uzak durun.
Gün boyu bol bol su içmeyi ihmal etmeyin.
Hareket etmeyi ihmal etmeyin, düzenli egzersiz yapın.
Zihninizi ve bedeninizi rahatlatmanın yollarını keşfedin. Yoga ya da meditasyon bu yöntemlerden bazılarıdır.
Çalışma saatlerinizin aşırıya kaçmamasına dikkat edin.
Sizde sürekli strese neden olan faktörleri ortadan kaldırmaya bakın. İş değiştirebilir, tatile çıkabilir ya da sizi zorlayan bir ilişkiye son verebilirsiniz.
Doktorunuza da danışarak multivitamin hapı almaya başlayabilirsiniz.
Alkol, nikotin ve uyuşturucudan uzak durun.
Halsizlik İçin Hangi Doktora Görünmeli?
Halsizlik şikayeti için ilk olarak bir iç hastalıkları uzmanına görünebilirsiniz. Doktorun sorularına vereceğiniz cevapların ışığında, halsizliğinizin ana kaynağının tespiti için kan, şeker veya tiroid testi gibi bazı testler yaptırmanız gerekebilir.
Halsizlik şikayetiniz için ne zaman bir doktordan randevu almanız gerektiğine gelince:
Halsizlik beslenmenize, uykunuza dikkat etmenize ve stresten uzak durmanıza rağmen 2-3 haftadan fazla bir süredir devam ediyorsa.
Halsizlik dışında kabızlık, cilt kuruluğu, kilo artışı ya da soğuğa dayanamama benzeri şikayetler varsa.
Kullandığınız bir ilacın halsizliğe neden olduğunu düşünüyorsanız bir dahiliye uzmanına görünebilirsiniz.
Şu durumlarda ise doktora acil olarak gidiniz:
Halsizliğin yanı sıra ciddi baş ağrılarından şikayetçiyseniz.
Halsizliğin yanı sıra ciddi bel, karın ağrısı veya pelvik ağrıdan şikayetçiyseniz.
Halsizlikle birlikte kendinize ya da başkalarına zarar verme düşüncelerine kapılıyorsanız.
Halsizliğe göğüs ağrısı, nefes darlığı, düzensiz kalp atışı, fenalık geçirme hissi veya vücudun herhangi bir yerinden beklenmedik şekilde kan gelmesi durumlarından biri eşlik ediyorsa, acil olarak bir doktora gidin.
Posted via Blogaway
21 Aralık 2014 Pazar
Geçmeyen baş ağrılarınızın sebebi burnunuz olabilir mi?
20 Aralık 2014 Cumartesi
Çamaşır yıkarken dikkat edilecek belli başlı kurallar
Çamaşır yıkarken dikkat edilmesi gereken bazı püfnoktalar bulunmaktadır. Bunlara dikkat edilmediği taktirde çamaşırlarımızınkısa sürede yıpranmasına, renginin solmasına veya küçülmesine / sünmesine neden olabiliriz. Bu nedenle çamaşırlarımızı, rengine vetürüne göre sınıflandırarak yıkamak, kullanacağımız deterjanın özelliklerinden çamaşır makinesinin program seçimine kadar birçok özelliği göz önünde bulundurmamız gerekir.
“İnsan kıyafetiyle karşılanır, düşünceleriyle uğurlanır.” gibi bir sözvardır ki doğruluğuna çok kez siz de şahit olmuşsunuzdur. Tanımadığınız bir ortama girdiğinizde kişiler öncelikle sizin kılık kıyafetinize dikkat eder ve ona göre hakkınızda bir önyargı edinirler. Bunun farkında olan, günlük yaşamında ve iş ortamında giyimine dikkat etmek isteyen kişiler de, bazen oldukça büyük paralar harcayarak kılık – kıyafetler alırız. Vebunları uzun süre kullanarak kendimizi mutlu etmemiz doğru olandır, tercih edilendir.
Kıyafetlerimizi kullanırken olduğu kadar, yıkayıp muhafaza ederken de oldukça dikkatli davranmamız gerekmektedir. Aksi hâlde yukarıda da bahsettiğim gibi giysiler çok kısa bir süre içinde tekrar giyilmeyecek kadar yıpranabilirler. Bu nedenle çamaşır yıkarken dikkat etmemiz gereken belli başlı noktaları aşağıda maddeler hâlinde sıralıyorum:
1) Beyaz ve renkli kıyafetlerinizi ayrı ayrı makineye atmanız gerekir. Kullanacağınız deterjan da beyazlar için ayrı, renkliler için ayrı olmalıdır. Bu beyazlarınızın daha parlak bir beyaz olmasını sağlayacak, renklilerinizin de renk atmasına neden olmayacaktır. Hatta eğer kirlileriniz çoksa, renklileri de iki kısma ayırabilirsiniz. Bunların içinden siyah, koyu mavi gibi mat tonlarda ve renk verme ihtimali yüksek olan kıyafetleri ayrı; pembe, sarı vb. gibi daha açık renklerde olup, renk verme ihtimali düşük olan kıyafetlerinizi ayrı olarak yıkayabilirsiniz.
2) Yeni çıkan çamaşır makinesi modelleri 10 kg‘a kadar kirli alabilmektedir. Fakat bu ağırlığın, kıyafetlerin ağır hâli baz alınarak düşünüldüğünü unutmayın. 150 gr’lık bir kıyafet,ıslandığında 400 gr’a kadar çıkabilmektedir. Bunun için hem makinenizin ömrünü uzatmak hem de kıyafetlerinizin daha temiz yıkanmasını sağlamak için makineyi ağzına kadardoldurmayın. Kıyafetlerin makinenin içinde hareket ederek kirlerinin çözülmesine olanak sağlamış olursunuz böylece.
3) “Ne kadar çok deterjanatarsam, o kadar temiz olur.” mantığı yanlıştır. Yeni çıkan deterjanlar genellikle “konsantre” özellikte olduklarından, zaten bir ölçü deterjan size istediğiniz temizlikten daha fazlasını sunabilecek güçte olacaktır.Deterjanı çok kullanmak, çamaşırların durlanmasını zorlaştırmakta ve köpüklü kalan giysilerimizin özellikle güneş ışığı görünce renk atmasına, yıpranmasına neden olabilmektedir. Bunun için deterjanın ölçüsü ne ise, o kadar kullanmaya çalışın.
4) Gereğinden çok kullanılan yumuşatıcılar, kıyafetlerin renklerinin çabuk solmasına neden olabilmektedir. Birçok kişi, kıyafetlerinde kalan yumuşatıcı kokusunu sevdiği için kıyafetlerinde bu koku daha kalıcı olsun diye normalinden fazla yumuşatıcı kullanmakta. Bu belki istediğimiz şekilde püfür püfür yumuşatıcı kokulu çamaşırlar elde etmemizi sağlasa da, kıyafetlerin ömrünü kısaltması açısından zararlıdır.
5) Kirli sepetiniz mümkünse iç çamaşırlarınız ve normal kıyafetleriniz için ayrı olmalıdır. Çünkü kıyafetlerinizdeki lekeler, siz farkında olmasanız da birbirine geçebilmektedir.
6) Çamaşır makineleri devirlerine ve farklı yıkama programlarına göre türlü türlüdür. Makineniz 1000 deviridestekliyorsa bile, çoğu kıyafetler yüksek hızda kurutma yapıldığında kırışabilmektedir. Kırışmanın ötesinde yün ve ipek tarzı hassas giysilerinizde kalıcı bozulmalar olabilir. Bunun için yastık, yorgan gibi kuruması zor şeylerin dışında, makinenizi genellikle 600 devirde kullanmanız ideal olandır.
7) Belki de en çok merak edilen nokta, çamaşırları kaç derecede yıkayacağımızdır. Aslında her kıyafetin etiketinde bunun açıklaması bulunur. Fakat tecrübeyle sabitlenmiş bilgi şudur: Renkliler 40 derecede, beyazlar ise 60 derecede yıkanır. Bu sıcaklık değeri, kıyafetlerinizin mis gibi temiz olması için idealdir ve yeterlidir. Özellikle renklilerde 40º’nin üstündeki bir program seçilmesi, çamaşırlarınızda leke ve iz kalmasına, dahası kıyafetlerinizin çekerek küçülmesine neden olacaktır.
8) Eğer çok sayıda kirli giysiniz var ve bunları ayrı ayrı yıkamanız gerekiyorsa, kesinlikle renklerine ve kumaş türlerine göre sınıflandırma yapın. Yünlü ve ipek kıyafetleri, genellikle 30 derecede ve düşük devirde yıkayın. Beyaz ve lekeli kıyafetleri 60 derecede yıkamayı tercih edebilirsiniz. Kot pantolonları 40 derecede yıkamanız dahagüzel sonuç verecektir.
9) Kıyafetleri makinenize atmadan önce mutlaka ters çevirin. Özellikle kot pantolonlarda deterjan izi ve kırışık görüntü oluşmasını engellemek için bu yöntem oldukça işe yaramaktadır. Ayrıca gömlek, pantolon gibi kıyafetlerinizin görünen yüzü değil, iç kısmı deterjana maruz kalacağından; bu yöntemle renklerin solması çok daha uzun zamanda gerçekleşmektedir.
10) Makinenin kaç dakikada yıkama yaptığı, kullanım kılavuzunda yazılmaktadır. Tavsiyem uzun programları gece çalıştırmanız. Çünkü gece elektrik tarifesi daha düşük fiyattan ücretlendirilir. Bu nedenle elektrikten tasarruf etmiş olursunuz. Ayrıca yıkamanın biteceği saati iyi ayarlayın ve çamaşırlarınızı uzun süre makinede bekletmeyin. Mümkünse makinenin bittiğini gördüğünüz anda çamaşırlarınızı çıkarıp asın.
11) Çamaşırları asmadan önce bir kere elinizde çırpmanız, kırışıklıkları azaltarak ütülenirken size kolaylık sağlayacaktır. Çamaşırlarınızı havadar ve güneş görmeyen bir yerde kurutmanız gerekir. Evet, yanlış duymadınız. Genellikle güneşli havalarda çamaşırlarınız erken kuruduğu için, güneş ışığı varken kurutmak istersiniz. Fakat bu kıyafetlerinizin ömrünün çok kısa sürede tükenmesine neden olur. Çamaşırlarınızı korumak için kesinlikle esintili; fakat güneş ışığı görmeyen bir yerde kurutma yapmaya çalışın. Farkı göreceksiniz!
12) Ayakkabılarınızı yıkamak istediğinizde, bir veya birden fazla çift ayakkabıyı tek başına makineye atmanız çok tehlikelidir. Hem ayakkabılarınız deforme olacak hem de makineniz zarar görecektir. Bunun için ayakkabılarınızı önce elinizde yıkayarak kaba tozunu ve kirini alın. Daha sonra renkliçamaşırlarınızı yıkarken bir çift atın. Böylece hem ayakkabınız oraya buraya çarparak makineye ve kendisine zarar vermez hem de aradan çıkmış olur.
13) Çamaşırlarınızı çok sık yıkamak, kullanım ömrünü azaltacaktır. Çünkü ne kadar kaliteli olursa olsun, her kıyafet yıkanırken deterjanın deforme edici etkisiyle karşı karşıya kalır. Kullanılan malzeme ne kadar güçlü olsa da, er ya da geç çamaşırlarınız yıpranır. Bunun için kıyafetlerinizi kirlenmeden sık sık yıkama yapmayın. Özellikle sık kullanılan ve sadece hafif terlediğinizi hissettiğiniz kıyafetlerinizi, 30 dakikalık kısa programlarda yıkamayı tercih edebilirsiniz.
14) Çamaşırları yıkarken, makinenin parlatıcı veya ön yıkama bölümüne karbonat veya sirke atmak, lekeli çamaşırların daha temiz yıkanmasına katkı sağlar. Fakat böylesi durumlar genellikle beyaz renkli ve lekeli çamaşırlar için kullanılmaktadır. Bu çamaşırlarla birlikte atılan diğer kirlilerin de karbonatın renk açıcı etkisine maruz kalacağından, bu yöntem sağlam çamaşırlarınızın renginin solmasına neden olabilir. Fakat sadece lekeli çamaşırları attığınız zaman (özellikle beyaz renklilerde) bu yöntem lekenin kolay çıkmasına ve daha parlak olmasına katkı sağlayacaktır.
Yukarıda sıralanan maddelere dikkat eden bir kişi, kıyafetlerini uzun süre kullanabilecek ve tasaarruflu, mis kokulu bir yıkama işlemi gerçekleştirecektir. Bu bilgiler içerisinde unutulan bazı noktalar olabilir. Bunları yorumlarınızda belirtirseniz, çamaşır yıkamanın püf noktalarını daha çok kişi öğrenmiş olur.
Posted via Blogaway
19 Aralık 2014 Cuma
Ayakta yemek hazımsızlık yapar mı ?
Hızla yiyeceğiniz bir şey almış ve onu aceleyle yemeniz gerekiyorsa bile hiç değilse ayakta değil, oturarak yemeniz tavsiye edilir
Artık oturarak rahat yemek yemeye zaman bulamıyoruz. Peki, ayakta yediğimiz yemeği sindirmesi daha mı zordur?
Bugün artık uzun uzadıya öğle yemeği yemek için zaman bulamıyoruz. Mükellef öğle yemekleriyle ünlü Fransa’da bile artık “yemek saati” diye bir şey kalmadı, yemeğin yerini sandviç ve ayaküstü yenen yemekler aldı.
BBC Türkçe'de yer alan habere göre, hızla yiyeceğiniz bir şey almış ve onu aceleyle yemeniz gerekiyorsa bile hiç değilse ayakta değil, oturarak yemeniz tavsiye edilir. Ayakta yemenin hazımsızlığa yol açacağı düşünülür. Hazımsızlık nedenlerini incelediğimizde ayakta yemek yemeyi nedenler listesinde göremeyiz.
Ülser ve gastrit gibi ciddi nedenler dışta tutulduğunda hazımsızlığa yol açan faktörler arasında yaşam tarzındaki değişiklikler etkili görülüyor. Fakat bununla daha çok sağlıklı beslenme, sigarayı bırakma ve alkol ve kahve tüketimini azaltma gibi şeyler kastedilir, yemek yerken oturmak değil.
Tersine mide ağrısının nedeni reflüden kaynaklanıyorsa doktorlar mide asidinin boğaza kadar çıkmasını engellemek için ayakta yemeyi bile tavsiye etmektedir. Ayakta yemek yendiğinde mide asidi ait olduğu yerde, midede kalır. Reflü hastalarına ayrıca yatarken yastıklarını yüksek tutmaları da önerilir.
Ayakta yemek mi, hızlı yemek mi?
Ayakta yemek bir başka soruna da yol açabilir. Ayaktayken daha acele ederiz. Bazı kafe ya da restoranlarda bar usulü yüksek sandalye kullanılmasının nedeni budur. Böylece ayakta yemek yiyince acele etme ve hızlı yeme sonucu oluşan bir hazımsızlık söz konusu olabilir.
Hızlı ve yavaş yemek yiyenleri karşılaştıran araştırma sayısı fazla değil. 1994’te yapılan bir araştırmada deneklere yeme hızına dair bir soru da sorulmuş, fakat yeme hızı ile hazımsızlık arasında bir bağlantı görülmemişti. 2010’da yapılan başka bir araştırmada da benzer bir sonuca varıldı. Fakat iki çalışmada da hız nesnel olarak ölçülmemiş, kişinin kendi yargısına bırakılmıştı.
Güney Kore’de yapılan bir araştırmada ise bu durum bertaraf edilerek askerlerin yemek yeme süreleri kaydedildi. Fakat yine de yeme hızı ile hazımsızlık şikayetleri arasında herhangi bir bağlantı kurulamadı.
Hızlı yeme rekorları
Peki hızlı yeme yarışmalarına katılanların durumu nasıldı? Örneğin Guinness Dünya Rekorları kitabına giren ve hızlı yeme yarışmalarından geçimini sağlayan Amerikalı ‘Kızgın Pete’. Pete’in rekorları arasında 30 cm çapındaki bir pizzayı 41 saniyede yemek de bulunuyor. Bir başka rekor sahibi Japon Takeru Kobayaşi ise 10 dakikada 58 sosis yiyor. Bu herkeste hazımsızlık yaratacak düzeyde bir hız, ama bu insanlarda öyle bir sonuç doğurmuyor.
Pensilvanya Üniversitesi’nden radyolog Profesör Marc Levine, hızlı yeme rekoru sahibi birinin 36 sosisten sonra mide röntgenini çekti. Bu kişi hala yemeye devam etmeye niyetliydi, ama sağlığı açısından son vermesi istendi. Onda hazımsızlık yoktu, ama başka bir gönüllü 7 sosisten sonra bulantı hissedip durmuştu. Röntgenler hızlı yeme rekoru sahibi kişinin midesini genişletmeye alışkın olduğunu, o yüzden doluluk hissi duymadığını ortaya koydu.
Yani hızlı yeme ile ilgili sorun hazımsızlıktan ziyade doyma duygusunu yaratan mekanizmanın bozulması olabilir. Fakat burada da yeterli delil bulunmuyor.
Kısacası, bir daha hızlı yemek yerken kendinizi kötü hissetmenize gerek yok. Bunu yaptığınız sırada bulantı ya da başka bir rahatsızlık hissetmiyorsanız sorun da yok demektir.
Posted via Blogaway
17 Aralık 2014 Çarşamba
Karın bölgesindeki yağları eritmenin 4 hızlı yolu
Karın bölgesindeki yağlar hem erkeklerde, hem kadınlarda sağlıksız beslenme ve egzersiz eksikliği sebebiyle ortaya çıkabilir. Bunlardan kurtulmak için, bir aktiviteye başlamak şart. Bir saat koşmak hızınıza bağlı olarak 500-1000 kalori arası yakmanıza yardımcı olur. Günlük olarak koşmayı alışkanlık haline getirirseniz, karın bölgesindeki yağlardan kurtulabilirsiniz.
Adım 1
Her gün koşun. Eğer koşmaya yeni başlıyorsanız, kaslarınızı geliştirmek için yavaş bir başlangıç yapabilirsiniz. Günde en az 10-15 dakika koşun, böylece yavaş tempoda 1.5 km kadar koşabilirsiniz. Eğer daha önceden de koşuyorsanız, 20 dakikalık koşu sizin için uygundur. Tabi biraz daha hızlı. Bu süre içinde 3.5-4 km mesafe katedecek kadar.
Adım 2
Koşu sürenize yavaş yavaş eklemeler yapın. Her haftadan sonra 5 dakika yükseltmek ideal bir seçim. Her gün 30 dakika koşmak hedefiniz olsun. Eğer karın bölgesindeki yağlardan kurtulmak istiyorsanız, en az 20 dakika kardiyovasküler bir aktivite yapmanız gerekir. Koşmak iyi bir tercih.
Adım 3
Yağları daha hızlı yakmak için vücudunuzu zorlayın. Farklı yer ve zamanlarda koşun. Yokuş yukarı koşmak özellikle yardımcı olacaktır. Vücudunuzun yağları yakmaya devam edebilmesi için, kaslarınızı sürekli olarak zorlayın.
Adım 4
Ara yoğunluklu (interval) antrenman herkesçe kabul gören bir koşma tekniği. Normal koşuya göre 9 kata kadar daha fazla yağ yakmaya yardımcı olduğu bulundu. Haftadaki günlerden birini ara yoğunluklu antrenmana ayırın. 20-30 saniye yapabileceğiniz en hızlı koşuyu yapın, ardından 60 saniye yürüyün. Bu şekilde 15 dakikayı tamamlayın.
Posted via Blogaway